9 Kasım 2009 Pazartesi

O kadar çok zaman geçti ki "her şey"in üzerinden. Her şey değişti. En çok ben değiştim. Evet çok değiştim. Yaptığım tüm saçmalıklar, inançsızlıklarım, güvensizliklerim hepsi bitti. Değiştim. Kendimin bile inanamayacağı kadar çok. Kısa bir süre sonra tekrar aynaya bakacağım. O zaman ilk kez kendimle tanışacağım. Artık kim olduğumu, neler yaptığımı ve neler yapabileceğimi biliyorum. Eksiklerim ve fazlalıklarımla kendimi değiştirdim. Bu güçle uyanıyorum her sabah.

29 Ekim 2009 Perşembe

Siyah


Siyah 09-10

Olsa-k

Geceleri güle ağlaya yazsak. Oyunlar oynasak akşamları. Gece yarıları bir şarap şişesinin dibinde, söken şafağın koynunda yatsak. Gündüzleri çimenlerde otursak, şehrin hiç bilmediğimiz, bilip de gitmediğimiz semtlerini dolaşsak, yolumuzu kaybetsek. Tramvaya binsek sonra. Neden bindiğimizi bilmesek. Tam da Sultan Ahmet'e geldiğimizde pişman olsak. Nereye gidiyoruz biz desek. İnsek sonra. Turistik bir kafede çok pis kazıklansak. Buna katıla katıla gülsek. Akşam oyundan önce dinlensek. Müzik dinlesem ben. Ne bileyim mesela Edith. Sen kitap okusan. Ben sesimi açsam. Annem arasa açmasam. Onu çok özlesem ama. Ağlasam arada. Oyun olsa, bitse içimde garip bir hüzün kalsa. Parlayan gözlerle baksan bana. Çiçeklerimiz olsa. Sulamayı unutsak, kurusa. Sonra bunun için suçu birbirimize atsak. Sabah yediğimiz kazık yüzünden akşam şarap alamasak. Hiçbir zaman çok paramız olmasa. Ödemeyemediğimiz faturalarımız, kavga ettiğimiz ekstrelerimiz olsa. Geceleri yazsak yine saçma sapan. Kalabalık bir teras akşamında çay, sigara yapsak. Ama sadece o gece. İkimiz de sigarayı bırakmış olsak. Sonra öpsem seni uyumadan. Güzel rüyalar görsek.. Sonra sabah olsa, kedilere mama versek, tramvaya binsek...
Kırmasan sen beni hiç. Ben seni anlamaya çalışsam. Surat asmasak, gönül koymasak. Daha anlayışlı, daha şefkatli olsak. Yaşlansak, önce kimin öleceği konusunda iddaaya girsek. Hayatım hiç de fena olmazdı hep böyle olsa. Olsak, olsan.

Kış Gelir

Uzun zamandır ilk defa hafta ortası bir gün evdeyim. Dışarısı soğuk, yağmur var. Pencereyi açtım. Üşüdüm. Üşümeyi özlemişim, ama yine de kapadım pencereyi. Kışı seviyorum. Yavaşlığını, boşluğunu, hüznünü ve yalnızlığını seviyorum. Kafamın içindeki binlerce sesle beraber odamdayım. Yalnızım. Düşünmeye, bir yol bulup çıkmaya ihtiyacım var. Ama o kadar yorgunum ki düşünmenin külfeti ağır geliyor. Düşündükçe bulmak, buldukça kabullenmek, kabullendikçe daha da yorulmaktan korkuyorum. Hep böyle mi olacak diye soruyorum. Bir tarafım hep yere daha yakın, gözlerini açmaya korkak. Zorluyorum, ama olmuyor. Kimse anlamıyor sıkıntılarımı. Etrafımın duyarsızlığı, benim duyarmak adına başarısızlığım yetersiz kalıyor. Artık etrafımdan da bir şey beklemiyorum. Beynimi kemiren neyse işte, benim. Bende kalacak. Benle kalacak. Yapmam gereken tonlarca şey arasında şu hüzünbaz, sonbahardan kışa tıklayan günde kalmak, günü uzattıkça uzatmak istiyorum. Küçüldükçe küçülmek istiyorum.
Değişse artık bir şeyler. Ben değişsem, telaşlarım kalsa bugünde.

28 Ekim 2009 Çarşamba

"to be or not to be" dedikleri şey aslında..


Olmak ya da olmamak diye başlayan meşhur Hamlet Tiradı aslında yokmuş. Yokmuş derken komple yanlış bir çeviriymiş. Düşündüm.. Düşündüm ve ikna oldum. Olmak ya da olmamak değilmiş doğurusu; var olmak mı yok olmak mıymış. Kesinlikle böylesine inandım. Neden diye soran olursa derdini anlatmaya çalışan şekspir misali çok pis kafa ütüleyebilirim. Ama heyecan verici. Ya da ben çok sıkıcı bir insan olmaya başladım, bilmiyorum. Devamını yazayım da tam olsun.


Var olmak mı yok olmak mı. Bütün sorun bu!
Düşüncelerimizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine kaşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden.
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altından inleyip terlemek,
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden,
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Ama sus, bak, güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni,
Ve bütün günahlarımı.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Yeniden hissetmeye ihtiyacım var. Heyecan duymalıyım. Erken veya geç başlayan günler, erken ya da geç bitiyor. Günler başlıyor ve bitiyor. Aylardır günlerim demir atmış durumda. Hayatım da öyle. Hissizleştim. Garip bir Mark Ravenhill karekteriyim. Uzun zaman oldu. İçimde hiçbir şey tutamıyorum veya içimden hiçbir şey bırakamıyorum. Heyecanım yok. Hiçbir şeye uzun uzun sevinip üzülemiyorum. Yüzeysel duygulardan sıkıldım. Arkadaşlarımı yeterince sevmiyorum, özlemiyorum, yanlarında keyif almıyorum. Sıkılıyorum.
Evimde hiçbir sorunum olmamasına rağmen huzur duyamıyorum. Hele ki okulda. Şu dönem hissettiğim en keskin duygu okulumdan nefret edişim. Bölümümdeki insanların büyük çoğunluğu varlıklarıyla beni huzursuz ediyorlar. Salaklar. Gerçekten. Okulumdaki hemen herkesten daha az ya da daha fazla salak değiller, ama salaklar. Tiyatro okuyorlar (!) ama milliyetçiler, ayrımcılar, ırkçılar, saldırganlar, kompleksliler, faşistler, cahiller, ot kafalılar, mallar.....
Okulda bir deprem olsun ve yüzde seksenimiz ölsün. Nolur. Mümkünse bu deprem okulumuzun sahibi okuldayken olsun. Önce o ölsün. Kusucağım. Blogumda dersim varken dizi çekiliyor. Hocalarımız bizim yapabileceğimiz bir şey yok diyor. Babasının altıbuçuk milyarı olan tiyatro okuyor... Koşup koşup okulumda yeni açılan wafflecıya toslamak istiyorum. Ayrıca Hamlet'in de amına koyiim.

18 Ekim 2009 Pazar

Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

8. Kural /Aşk- Elif Şafak
Kaybetmeyi öğrenmek kaybetmekten daha acı. Yenilmeye alışmayı henüz tarif edemiyorum. Sonsuz bir sessizliğe ihtiyacım var. Sonu olmayan bir sessizlik. Gitme hissini içimde anbean büyüten zamana artık tahammül edemiyorum. Zor. Zorlanıyorum.

15 Eylül 2009 Salı

Çok sevdiğim bir şarkıda şöyle bir söz geçiyor; biraz para görmeyedursun değişiyor insan!

8 Eylül 2009 Salı




Hergün yeniden aşık olmayı, sevmeyi, inanmayı, umud etmeyi, güç toplamayı ve savaşmayı tekrardan yapabiliyorum. Bu kadar büyüdüm. Her sabah eksik her şeyi yerine koyma inancı taşıyorum. Böyle büyüdüm.

4 Eylül 2009 Cuma

Tarafsız

Yeryüzünde savaştan daha acı bir şey varsa; o da savaşı kazananın da kaybedenin de aynı taraf olmasıdır. Daha da acısı kimsenin ne tarafta olduğunu bilmemesi, madem bir savaş var ben de taraf ta olayım demesidir.
İnsanlarımız okumuyor, bilmiyor, incelemiyor. Taraf olmak için fazlasıyla taraflı bir yol seçiyor; televizyonlar ve gazeteler. Dünyanın hemen hemen her yerinde bu böyle. Benim ülkemde daha acı tabii. Hemen her konuda herkesin bir fikri var, ama bilgisi olanlar öylesine az ki; bu gürültü içinde onları duymak zor. Türkiye'nin yakın ya da uzak tarihi yok. Bu toprakların tarihi var. Tarih bu topraklarda hep aynı. Değişen sadece zaman, liderler ve daha taraf olunması gereken çıkarlar. İnsanların büyük çoğunluğu ise aynı tarafta. Ben de bu tarafta olmak isterdim açıkçası. Çünkü bugün yaşadığımız dünyada illa ki birşeyi desteklemek istiyorsan en kestirmesi güçlünün ve çoğunluğun yanında olmak. Sana fayda sağlamayacak hiçbir şeye inanma. Misal Sivas olaylarında diğer tarafta olan vatandaşlarımız inandıkları şeyin ekmeğini ne güzel yedi. Bugün iktidarlar. İnandığın şey sana fayda sağlamalı. Ama sana. Bana değil. En iyi taraf; güçlü, yüzeysel ve çoğunlukta kalandır. Zaten diğer tarafla uğraşmana gerek yok. O tarafı bertaraf edecek yeterince güç var. Ordu, devlet, ABD,AB,İMF. Sen dalgana bak...
Bugün televizyonlarda hiç de iyi niyetliği olduğuna inanmadığım, bir türlü inanamadığım şu Kürt sorununda da öyle. Millet boş durmuyor, mutlak suratle hemen tarafını alıyor. "Noluyor Kardeşim! S.karım açılımına, ben açılmam bi yere! Bu Ülkede yaşayacaksan Türklüğünde onur duyacaksın, Kürt olman ufak bir ayrıntı, sen bir onur duy hele bak ben seni nasıl da insan yerine koyacağım! Kürtçe de neymiş! Konuşmayı ver ne kaybedersin. Kürtçe şarkı dinleyeceğine aç Seda Sayan'ı neşemizi bulalım. Karıştırmayalım hiç ortalığı. Bu topraklar Türk'tür Türk kalacaktır! Haa benim Türkçem de senin kadar kötü o ayrı, değil osmanlı tarihini on yıl öncesini bilmem. Hem tarih bilsem nolur bilmesem nolur! Benim damarımı kessen kırmızı beyaz akar kanım elhamdurullah."
Açılım bir takım siyası ortamlarda tartışıladursun, cabbar milletimiz Facebook'ta tüm hızıyla Faşist tavrını koruyor elhamdurullah! Bugün facebook'u dar ederiz, yarın da evinizden ederiz. Öylesine komik yaklaşımlar, ve tepkiler var ki; Alparslan Türkeş'in oğlu olsam "Hassiktir lan!" derim. Ama milletimiz ülkesini korumaya kararlı. Yedirmezler bu devleti kolay kolay. Canları gibi sevdikleri devletlerine ne yararları olduklarını sormadan. Evinden oturup, don atlet video paylaşmak da bir şey tabii. Bu ülkenin kaderini değiştirir. Değiştirmese bile kavga çıkarır. Trabzon'da insanlar sokak ortasında dövülür, insanlar seçme şansı olmadıkları bir nedenden ötürü, sırf mensup oldukları millet, sahip oldukları dil ve kültür için hor görülür. Ve bu topraklarda kavga böyle devam edip gider. Doğu cahil kalır. Kimse hakkını istemez. Hala Pkk'nın kol gezdiği dağlar olur. Bir kısım hak hukuk derken ordunun silahları duyulur.
Açılım, uzalamşa.. Bunların hepsi kafa karıştırmak için güzel oyunlar. Sadece kafaları değil sokakları karıştırmak için de bulunmaz fırsat. Biz Facebook'larda Youtube'larda meydan savaşlarında aslanlar gibi savaşırken belki de Başbakanımız oğluna bir yat daha alır, Cumhurbaşkanımızın onaltı yaşındaki bilmem kaç binyüz dolarlık bir şirket daha kurar, Unakıtanlar Shakira kemeri işine girer. Anıtkabir de İngilizlere yüz görümlüğü edilir. Ama olsun. Bizler bu ülkeyi kendi kardeşlerimizden koruyalım. Ağaçlarda, ovalarda, dağlarda, bayırlarda Türk Marşları çalsın, Sibel Can göbek atsın, Aziz Yıldırım borsada tavan yapsın. Biz de bir kitap açmayalım, Televizyon'dan gelen vahiylerden kulaklarımızı, gözlerimizi ayırmayalım. Türkiye'den ve Dünya'dan en çarpıcı haberlerin etkisinde kalalım. Sıkılırsak Münevver Karabulut'a üzülürüz, üzülürsek de çakarız maçın yanına iki bira, birbirimizi vururuz.
Kürt açılımını desteklemiyorum. Çünkü böyle birşeye asla inanmıyorum. Güzel bir kafa karıştırma yöntemi ama yemiyorum.
Bu ülkede ne yaparsak yapalım, insanlarımız; hangi milletten, hangi dinden, hangi cinsiyetten ve hangi siyasi görüşten olursa olsun, sahip oldukları bu özelliklerin onları hiçbir canlıdan ayırmayacağını, her insanın yaşama, kendi dilini konuşma, kendi kültürüne ve inancına sahip çıkma hakkının olduğunu idrak etmesi lazım. Yoksa bu iş çözülmez, düğümlendikçe düğümlenir.

Garip Bir Eylül Sabahı

Başta çok büyük bir şans olarak adlandırdığınız şey ertesi sabah şansızlığınız kendisi olabiliyormuş. Eylül "Ben Geldim!" derken, bu sabah bana bunu öğretti. Hep durağan ve hüzünbaz geçen Eylüllerimin aksine ikibindokuz eylülü iniş çıkışları ve fırtınalarıyla geldi. Birgün de binbir şey oluyor hayatımda. Gülmek ve ağlamak arasında aptal bir tebessümle dolaşıyorum Eylül günü İstanbul'da. Günün ne getireceğini ilk defa bu kadar çok bilmiyorum. Ve evrenin şartlı-şartsız kararlarına itaat ediyorum.

28 Ağustos 2009 Cuma

Kızım


Ben zaten alışkınım buna; benim sevdiklerim erken gider. Senden istediğim tek şey; ya geri gelsin ya da güvende olsun hep..

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Biz küçük dünyamızda mutluyuz. Size de mutluluklar.
Hayatımın her evresinde hatalar yaptım. İtiraf etmeliyim ki bunlar çok büyük hatalardı. Bu şekilde oluştu zaten hayatımın her evresi. Yirmi yaşında olacağım. Az kaldı. Zaman geçsin. Artık şikayet etmiyorum da. Zaman geçer-miş. Kalanlar kalır-mış, gidenler gider-miş. Her zaman, zaman ne olursa olsun gidenler ve kalanlar olacak-mış. Bir masalın en güzel yerinde açmak vardı gözleri dünyaya. Olmadı. Olmasın. Dediğim gibi; biz küçük dünyamızda mutluyuz. Size de mutluluklar. Tüm büyük hatalarımla ben de büyüdüm. Bugün diyebiliyorum ki; büyüdüm. Öğrendim. İsteklerimi geri çevirmemeyi de öğrendim. İnsanlara hayır demeyi de. Aşkı da, kavgayı da. Kendimle mücadele etmeyi öğrenemedim henüz. Beynim uçup giderken, uçup da deryaları denizleri aşarken; ayaklarım hep sabit. İlerlediğimin farkındayım. Gitmediğimin de. Ama birgün gideceğim. En çok da bunun farkındayım. Çünkü katbekat daha da artıyor bu şehre nefretim. Nefretim artarken bu şehre, bu şehirdeki sevdiklerim de azalıyor. Vapurları sevmiyorum artık. Sigara içilmiyor. Sokakları da sevmiyorum. Her köşe başı biri gelip sizden para istiyor. Çok sevdiklerim de gitti zaten. Benim hatalarım yüzünden. Öyle olması gerekiyordu, oldu diyorum. Buna da hayatımın bir evresi diyorum. Galiba böyle büyüyorum. Artık içinde bu şehrin adı geçtiği bir yarınım yok. Hayallerimin içinde yok bu şehir. Gitmeliyim. Gideceğim. Nereye, nasıl, ne zaman diye sormuyorum hiç. Bildiğim tek şey, gideceğimdir. Bu şehir de benim hatalarımdan biri. En büyüğü hem de. Her geçen gün biraz daha hissizleşiyorum burada. Kaçıp kurtulmak lazım buradan. Emin olduğum şeylerden biri; bu şehrin bana huzur vermediği. Küçük bir dünya kurmam lazım. Hani en ucuz filmlerin, ucuz aşkları gibi; sıfırdan başlamak dediklerinden. En baştan. Baştanbaşa kendi ellerimle kuracağım bir dünya yaratmalıyım başka bir şehirde. Yaratmalıyım. En çok da bunu yapmalıyım evet. Yazmalıyım. Çok yazmalıyım. Çok okumalıyım. Bu şehri silmeliyim hafsalamdan. Unutmalıyım. Umutlanmalıyım bir de. Öyle uzun zaman oldu ki yazmayalı, kendimle başbaşa kalmayalı. Bu şehirde insanın kendiyle kalması zor. Zira her gün, her mevzu bir savaş meydanı. Yalnız kalmak kolay değil burada. Benim için yazmak da. Yazmam lazım. Çok özlüyorum. Tekrar kendimi hatırlamam lazım. Üç yılım kaldı diye tahmin ediyorum. Sonra gitmeliyim. "Yolların beni götürdüğü son noktaya kadar."
Burada şans denen şey yok. Kimse size bir şans vermiyor. Her konuda. Yerinde saymaya mecbur bırakıyor bu şehir. Ne dostlarınız şans veriyor, ne sevdiğiniz, ne de insanlar. Hatalarımızla ve yanlışlarımızla bu şehrin yollarına gömülmek zorundayız hepimiz.
Öyle yapmak istemiyorum. Ben bunu istemiyorum. Özgürlüğümü, kendiliğimi sonsuz bir sessizlikle hissetmek istiyorum. Yanlışlarımı unutmak istiyorum. Hatalarımı silmek istiyorum. Yarın benim için güzel geçsin istiyorum. Hüzünlü bir istanbul sabahı vedalaşmak istiyorum bu şehirle. Yollarımızın sonsuza kadar ayrıldığına dair verdiğimiz sözle.

8. Ay'a :)

?

Eveet, blogumdaki uzun sessizliğimi bozuyorum. Bugün canımı çok sıkan ve blogumla paylaşmak istediğim bir konu var. Benim hiç alakam olmasa da zaten okusam da bugün bunu buradan haykırmaktan gurur duyuyorum; konservatuvar sınavlarında torpil var kardeşim! Pırıl pırıl insanların kaderini belirleyen üç beş tane dinazor, kakala "konservatuvar memuru" o juri koltuklarında oturmaya devam ettikçe, eşine dostuna sahneleri emanet ettikçe devlet konservatuvarları benim .imde olmayacaktır. Nokta.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Kısalar

Eğer bir gün bir şeyi çok isterseniz ve artık o sizin hayattaki tek yolunuz olursa; günbegün avucunuzdan kaçanlar için çok da üzülmeyin. Yolunuzun uzunluğuna bakın, avucunuzdaki her şeyin yalnızca yük olduğuna inanın.
Eğer bir gün çıkacak bir yolumuz olacaksa; eminim ki çok istediğimiz bir şey içindir. Hayatımızın merkezine oturttuğumuz, düşlediğimiz ve düşündüğümüz şey içindir. Yol mutlak suretle uzundur. Çok uzundur. Tek tek düşerken bizdekiler, kat ettiğimiz yolda bir kilometre taşı olur.
İnsanlar gider. Gitmelidir. Zamanla en sevdiğin, en bilmediğin olur. Olmalıdır. Sen sadece durup da beklersen, bekler de gitmezsen insanlar kalır. Değişmeyen hayatının değişmeyen tanımları olur. Çok insan kaybedebilirsiniz. Eğer hayat sizi bilmediğiniz bir yola sürüklerse ve bu yola -her ne kadar bilmesen de- çok istediğin bir şey için çıkarsan hatalar yapabilirsin. Hayallerimizin içinde hatalarımız ve günahlarımız saklıdır. En büyük günahlarımız, sustuklarımız.
Zamanla unutmayı da öğrenirsin. Hayaline değdi mi parmakların; geçmiş lal olur. İşte sadece, ama sadece o zaman hayata sıfırdan başlama şansın vardır. Yolunu tamamladığında.
Bir gün mutlaka olacağına inandığınız şeyler, yani en büyük hayallerimizdir bizi en çok yoran. Bir yola çıkılmıştır çünkü. Varmak istediğiniz bir yer olsun veya olmasın. Hayaller, kayıplara eşittir aslında.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

tümü sessiz ve beyaz..


Sesim beyaz çıkacak konuşmayı denesem...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Başlık

Yeni kitaplar yazılıyor. Bizim senaryosundan hiç haberimiz olmadığı filmler çekiliyor. Harıl harıl çalışılıyor.. Gazeteler basılıyor, haberler yazılıyor. Fırınlarda ekmekler oluyor. Hayat bizden bağımsız fakat hep bizim için akıyor. Bizdeyse zaman durdu. Hayat akarken, zaman demir attı ortamıza. Geçmiyor. Geçip gitmiyor.
Yoruldum diyorum. Kimse inanmıyor. Bazen kendim bile inanamıyorum yorulduğuma. Ama çok yoruldum. Hiçbir şey için çaba harcamak istemiyorum. Kendi geleceğim bir başkasının elinde olsun istemiyorum. Artık bir gelecek de istemiyorum. Önceleri isteklerim vardı. Eğer bir yola çıkmaya karar verirseniz, size bu kararı verdiren; o yol bittiğinde sizi karşılayan mucizedir. Mucizeler resimli çocukluk kitaplarımda kaldı. Bütün mucizesini orada yitirdi. Büyüdükçe avucunuzda kalan tek şey gerçekler oluyor. Kendinizi ne kadar kandırmaya çalışsanız da. İstediklerim vardı. Çoktu. Sonra azaldı. Artık hiçbir şey istemiyorum. Yarın için bir beklentim yok. Öbür gün için de... Yıllar yıllar sonra da. İstemediklerim ise öyle çok ki. Çalışmak istemiyorum. Aşık olduğum iş haricinde hiçbir şey yapmak istemiyorum. Para kaygısı duymak istemiyorum. Adam yerine koymadığım insanların benim hakkımda karar vermesini istemiyorum. Kimseyi adam yerine koymak istemiyorum. Bu ülkede çalışmak istemiyorum. Bu ülkede yaşamak istemiyorum. Bu şehrin otobüslerine binmek istemiyorum. Bir Cehov karakteriyim uzun zamandır. Oturup ağlayabilirim insanların gülüp geçeceği durumlara. Gülüp geçeceğim durumlarım da yok bayağıdır. Gülmüyorum da öyle çok. Her gün başka bir saçmalıkla karşılaşmaktan bıktım. Yarın bir hiç olacağımı düşünerek yaşamaktan da. Yoruldum bir de. Bacaklarım ağrıyor. Sıkıntıdan söz bile etmiyorum..

9 Temmuz 2009 Perşembe

zaten yazlar hep hüzün getirdi

Yazın tam ortasındayım. Bu orta yerden hemen çıkmak istiyorum. Sevmiyorum yazı. Hiç sevmedim. Sıcağı da. Sıkıntısı bol yazın. Bir çok insanın aksine yaz benim için sıkıntı demek. Hep hüzün getirdi bana yazlar. Bir türlü bitmeyen, geçmeyen yazlar. Sıcak, boğucu yazlar. Ben de bu terlediğimin yazında yazamıyorum. Boğuldum. Çünkü yazmamak demek; kendimle kalmamak demek. En çok kendimle kalmaya ihtiyacım var uzun bir zamandır. Ve tabii en çok yazmaya. Kalemi de küstürdüm, yazamıyorum da artık. Eridi gitti yaz sıcağında yazı.
Deniz ve tatil kelimelerini hiç hatırlatmadı bana yaz. Curcunalı İstanbul gecelerini de. Hep bir sıkışma bıraktı aklımda yaz. Hep arada kalma. Hep ne olduğunu bilmediğin bir yaz gecesinin, ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğin bir yaz sabahını hatırlattı yaz bana. Bilinmez bir zaman. Sıcağa teslim olmuş bir zaman. Annemin her yaz şehirdışında olmasından kaynaklı hep bir eksiklik, hep bir yarımlık ve dağınıklık benim için yaz. Pis bir ev, yemeksiz bir mutfak benim adıma yaz. Tadı damağımda kalmış aşkların mevsimi yaz. Lanetli bir sıcağın, bir türlü kaçılamayan gölgesi. Ferahlamaya, serinlemeye ve üşümeye ihtiyaç duyuyorum. Bir de yazıya. Ben kendimi dağıttıkça yazı avuçlarımdam kayıyor. Kendimi toplamamı, hayatı kotarmamı da yazı sağlıyor. Hem düşüş grafiğim yazı, hem de kriz programım.
Okulun, bir uğraşın olmaması kötü en çok. Nefret de etsen hergün yapacak bir şeyin olmaması kötü. Şehrin gürültüsü kötü. Cıvıl cıvıl insanlar tahammül sınırlarını zorlamakta. İş yok. Ve keşfettim ki bu memlekette yazları para da yok. Sıcak bir de sıkıntı çok.. Günler uzun, geceler yok. Öğrendim ki bu şehirde asıl yazları hayat yok.
Yazmak istiyorum. Nereden başlayıp nereye gideceğini bilmiyorum yazının. Ama istediğim tek şey -anlamlı ya da anlamsız- cümleler oluşturmak. Kelimeleri bir araya getirerek, dedim neymiş onu anlamaya çalışmak.
Kitaplar okumak, filmler izlemek, yazılar yazmak istiyorum. Yaşadığımı farketmeye ihtiyacım var. Sessizliğe ve kendime ihtiyacım var. Bunların hiçbirini yapamıyorum. Mecalim yok. Üzerimde nedeni olmayan bir uyuşukluk, tepemde güneş, takvimde yaz, ellerimde hüzün var.
Yaz bitsin, yapraklar dökülsün.

30 Haziran 2009 Salı

Pina Bausch hala dans ediyor.




Bausch dans etmeye küçük yaşta başladı. 1955'te, Alman dışavurumcu dans akımının kurucularından ve dönemin en etkili koreograflarından biri olan Kurt Jooss'un yönetimindeki Folkwang Academy'de eğitim görmeye başladı. 1960'ta mezun olunca New York'taki Juilliard School'da öğrenim görmek üzere burs kazandı. Burada Anthony Tudor, José Limón, ve Paul Taylor gibi kişilerden ders aldı. New York'tayken Paul Sanasardo and Donya Feuer Dance Company ve New American Ballet topluluklarında dans etti, Metropolitan Opera Ballet Company üyesi oldu.


1962'de Kurt Jooss'un yeni kurduğu Folkwang Ballett Company'ye solo dansçı olarak katıldı ve Jooss'a pek çok eserde yardımcı oldu. 1968'de ilk koreografisini yaptı, ertesi yıl Jooss'un ardından topluluğun sanat yönetmeni oldu. 1972'de, daha sonra Tanztheater Wuppertal Pina Bausch olarak adlandırılacak olan Wuppertal Opera Ballet'nin sanat yönetmenliğine başladı.

16 Haziran 2009 Salı

Final


Başaramazsak ne demek?
Sen yüreğini gergin tut, bak nasıl oluyormuş başarmak..

7 Haziran 2009 Pazar

Siyah


Oyunumuz var :)

4 Haziran 2009 Perşembe

l can fly

28 Mayıs 2009 Perşembe

Atın Beni Kazanlara

Okulumda aylarca çalışmaları süren, süre gelen çalışmalar sırasında bolca tartışma, dedikodu ve sinir harbine neden olan, benimse uzaktan ufak sırıtmalarla karşıladığım Festival (!) oyunumuz sahnelendi. Cadı Kazanı. Amerikalı yazar Artur Miller'in edebiyat tarihine damgasını vurmuş, daha önce defalarca sahnelenmiş ve hatta sinemaya da uyarlanmış başyapıtı Önder Paker rejisi ve Beykent Üniversitesi Oyunculuk Bölümü öğrencileriyle 18 Mayıs Pazartesi gecesi karışımızdaydı. Provalarına birkaç kez tanık olmuştum fakat tam olarak oyuna vakıf değildim. Neredeyse ilk defa izleyecektim. Heyecanlı mıydım? Evet. Beklentim büyük müydü? Hayır.
Ve perde açıldı... Cadıları oynayan kızlar seyircilerin arasından verilen müzik ve ışıkla birlikte kalmaya başladılar. Hoş bir koreografiyle Şeytan çağırma dansı gayet etkileyiciydi.. Çok beğendim. Fakat okulumun henüz bir tiyatro sahnesi olmadığından ve oyun bir konferans salonunda oynandığından arkada kalan izleyiciler bu hoş gösteriye ne yazık ki tanık olamadı. Güzel dekoru, özenli kostümüyle bir hayli para harcandığı belliydi. Özen gösterilmiş, emek verilmiş..
Neden dedim. Evet neden? Bize bunu yapmak zorunda mıydılar? Bu kadar kötü bir oyunu neden benim okulum festival oyunu diye sahneliyor. Hem de aylarca yapılan çalışmalarla. Yönetmenin en beğendiğim, gözbebeğim, milli takımım dediği oyuncularla? Neden? Hayatımda gördüğüm en komik şeydi. Ama gülmedim. Tuttum kendimi. Fakat bir grup seyirci anıra anıra inletti arka kısımları. Bilerek yapıldı dedi tabii oyun ekibi. Neden gülündü diye soruldu. Kimse diyemedi tabii bir şey. Çünkü kahkahaları atanlar okuldan insanlar değildi. Ama ben eleştirimde söylemek isterim neden gülündüğünü. Neden gülündü? Çünkü komikti. Gerçekten. Belki biraz abartıydı kahkahalar ama yapacak bir şey yok. Oyuncu, rejisör kendine sormalı bize neden güldüler diye. Suçu başkasına atmak, yaptığın işin farkında olamamak kolay tabii ki. Oyuncu sahnede "içime rüzgar girdi" derse. "Sarı guuşş" diye bağırırsa gülünür. Gülünmelidir. Bir oyuncu rol arkadaşının adını söyleyemiyorsa gülünür. Bir oyuncu praktır, diğeri proktır, ve bir diğeri prokır derse gülünür. Yirmi oyuncunun da yirmisi ayrı haç çıkarırsa gülünür.
Oyundan bir replikle gülünç durumları bitiriyorum.
Yargıç bilmem ne Rahip Paris'e ; "Rahip Paris uzun zamandır uğramıyor, aman pardon Rahip Hale".
Gülerim kardeşim.
Ve şimdi ağlamamız gereken kısımda.
Yönetmenin binbir triple oyununda bahsettiği aylar boyunca ne yaptıklarını çok merak ediyorum. O çıktı oyundan bu girdi, bu çıktı o girdi. Artık kim oynuyor bilemedim. Bu kadar ay en azından roller birbirinin adını ezberleyebilirdi değil mi? Çok mu şey istiyorum acaba. O kadar dekor kostüm peşinde koşulacağına -sanırsın Moskova Devlet Tiyatrosu- adamakıllı, en azından izlenmeye değer bir oyun çıkarılabilirdi.
Ve Önder Paker.. Bu sene aldığı onlarca öğrenciden bir tane oyuncu bulamamış mıydı da kendisi oynadı rolü. Ona harcadığı eforu rejisine harcasaydı da kahkahalara sapotaj demeseydi keşke. Ve oyunun sonunda yaptığı uzuuuuun teşekkür konuşmasında "biz işte böyle klasik oyunlar yapıyoruz" demeseydi de "oyun" yapsaydı.
Sinirlenmiş miyim? Evet. Çok hem de. Aptal bir tebessümle tırnaklarımı yedim oyun boyunca. Tanımadığım biri yanıma gelip oturdu oyunun bir yerinde. Cadılardan biri benim yanımdan çıktı oyuna ve yanım boştu. Çocuk geldi. "Pardon bir şey sorabilir miyim?" dedi kısık bir sesle. "Bu oyun komedi mi yoksa dram mı?" "Trajedi" dedim. "O zaman neden herkes gülüyor" dedi. "Çünkü trajedi" dedim.

Bu Bir Eleştri Değildir. Şefkat Egzersizidir; 1984

İBB'in düzenlediği 25. Genç Günler Tiyatro Festivali başladı ve bitti. Kentin dokuz noktasında genç tiyatro severlerin sahnelediği oyunlar oynandı. Birkaç oyun izledim ve birini de yazmek istedim. Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu'ndan George Orwell'ın aynı adlı romanından bir uyarlama "1984"... Orewell'in daha önce sinemaya da uyarlanmış başyapıtı genç tiyatro severlerin, amatör ruhla çıkardığı oyunla bir kez daha sahnede. Üstelik genç günlerde. Son zamanlarda Türk Siyaseti'nin "sessiz" çalkantıları arasında cesur buldum Galatasaray'lı tiyatro severleri. Çünkü takdir edersiniz ki "Büyük Ağabey" hala bizi gözetliyor! Değil mi? Muhteşem bir metin. Özgürlükler üzerine yazılabilecek en sağlam ahlak manifestolarından biri diye düşünüyorum. Çok seviyorum bu oyunu. Galatasataylılardan pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Dürüst olmak gerekirse çok sıkıldım. -buradaki çok'un o'larını uzatın lütfen okurken.- Ama insan ister istemez salt sevgiyle hazırlanan, öyle veya böyle emek verilen bir işi eleştirirken acımasız olamıyor. Bu insanlar tiyatroyu seviyor. Ve sadece sevdikleri için yapıyorlar. Üstüne üstlük gayet de "bir şey anlatan" bir oyun seçiyorlar. Her şeye rağmen bol bol alkışlanmalı. Ben de öyle yaptım.

Kostüm,dekor ve barkot gösterisi gayet başarılıydı. Başroldeki arkadaşımız da bugün canım ülkemin bir çok "tiyatro öğrencisinden" katbekat iyiydi. Güçlü oynadı. Oyunu sırtladı. Defalarca kutluyorum. O'nun dışında oyunculuklar vasattı. Yer yer tempo düştü. Seyirciler koptu. Bir de oyun çok uzundu. İki buçuk saatin üzerindeydi sanırım. Oldukça vasat ve temposuz süregelen ilk perdenin aksine ikinci perde kendini izletti. Tempo arttı, oyunculuklar yükseldi. Kendi adıma çıkarımım ise tiyatroda, sahnede beden kullanımı, sahne duruşu ve diksiyonun bir oyuncuya neler verdiğini gördüm. Amatör bir ekipten böyle beklentileriniz olmuyor, veya çok aşağıda oluyor. Ama bir oyuncuya profesyonelliği katan şeyler de bunlar-mış. Öğrendim.

Özetle oyunu beğenmeme rağmen, seçilen metne ve içlerindeki tiyatro sevgisine saygı duydum. Bolca alkışladım. Bu işi meslek olarak seçmeyen, sadece sevgiyle yapan insanlara nedense ilginç bir şefkat duyuyorum. Kendimi bir halt sandığımdan değil haşa, sadece onların bu hırssız tutkularını kıskanıyorum. Keşke ben de bu işe bu kadar "çıkarsız bakabilsem" diye düşünüyorum. Keşke öyle olsa. Keşke böyle olsa.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

yazmak zorundaydım, yazdım.

Evet, yazamıyorum. Kağıt ve kalemi küstürdüm. Ne zaman elim gitse birkaç cümle karalamaya, gerisin geriye dönüyorum. Yazamıyorum. Yazmıyorum. Biriktim.. Çok biriktim.
Zihnim öylesine karışık, öylesine yorgun ki. Hayatımda birçok şey -ama gerçekten çok şey- yerinde sayıyor. Durup bekliyor günlerim. Ve yine sabah oluyor. Otobüsler, motorlar, metrolar, insanlar, sesler, dedikodular, kavgalar, egolar, savaşlar, komik durumlarla birlikte akşam oluyor. Sıkıcı bir film senaryosuna döndü hayatım. Sıkıldım. Çok.
Değişmiyor günlerim uzun bir zamandır. Ezberledim saatlerimi. İnsan durup beklerken, sabitken yorulurmuş en çok. Bunu birkez daha öğrendim. Durup beklemekten, günlerin ezbere geçmesinden yoruldum.. Çok.. Takvimin yaprakları sanki hep aynı tarihi gösteriyormuş gibiyken, hiç bir şey değişmiyormuş gibiyken; insanlar hızla değişiyor tabii.
Değişenlerden de yoruldum. İnsanların tamamından. Etrafımdaki herkesten. Okul kapansın! Bundan daha çok istediğim bir şey yok önümüzdeki bir ay içinde. Okul kapansın! Nolur! Kimseyi -ama kimseyi, istisna insanlar hariç- görmek istemiyorum. Birkaç ay unutmak istiyorum her gün gördüğüm insanların yüzde seksenbeşini. Nefret, rahatsızlık, sinir ve acıma duyduğum bu insan ordusundan uzaklaşmak, kendi zihnimi toparlamak istiyorum. Vakit hızla geçsin bir bir düşsün hepsinin yüzü hafızamdan istiyorum. Çünkü hiç birine inanmıyorum. Sahte tebessümlerine, zoraki selamlarına katlanmak istemiyorum. Bu kadar çok naylon ruhun etrafımda olmasını istemiyorum. Hiç.
Kendimle kalmak istiyorum. İhtiyacım olan tek şey kendime ait bir an ve bolca kelime. Ve cümleler, ve duygular, ve kendim. En çok kendime ihtiyaç duyuyorum. Arada aynaya bakıyorum. Koca bir soru işareti görüyorum. Yabancılaşmaya başladım. En çok kendime. Ama ben kendimi bulmak istiyorum. Sahte ruhlara sahip, çıkarlarının peşine koşan, hırsları için her şeyi ama her şeyi yapan o insanlardan olmak istemiyorum. Yanlarında da olmak istemiyorum. Kendi başıma olmak istiyorum. En azından bir süre. Uzun uzun susmak istiyorum. Vefasızlıkları unutmak istiyorum.. Hayatıma giren insanların yüzdeseksenbeşinin cenaze törenini yapmak, küllerini savurmak istiyorum. Bu kalabalığı yok etmek istiyorum.
Sonra yazmak istiyorum. En çok bunu istiyorum. Çünkü sadece yazarken kendimle kalabiliyorum. Ve sadece o zaman gerçek ve birazcık da olsa mutlu olabiliyorum. Kendimleyken. Ve kendimi dahil her şeyi yazmaya çalışırken.
Ve ve ve ve tüm pislikten öyle arınıyorum. Suretleri unutup, henüz benim dahi öğrenemediğim, bilemediğim bir huzura kavuşuyorum.

19 Mayıs 2009 Salı

1 Mayıs 2009 Cuma

29 Nisan 2009 Çarşamba

Yazalım

27 Nisan 2009 Pazartesi

Diyeceğiz ki

Ve hayat hepimize kocaman bir nanik yaptı diyeceğiz bir zaman sonra. Ya da vay anasını bu da oldu ya artık hiçbir şey şaşırtmaz bizi diyeceğiz. Sahi nereye gitti o? Bir zamanlar en yakın arkadaşımdı. Bu kadar kolay mıydı dostlukların bitmesi? Diyeceğiz. Laf aramızda kalsın ama ben şu salağa bilmem kaç yıl önce mal gibi aşıktım diyip güleceğiz. Kim bilir belki şunu yapmasaydım var ya kesin böyle olurdu, şu şu olurken de ben bunu bunu yapardım.. Ah ah kafama sıçayım, oysa falancayı dinlemeliydim. Diyeceğiz.
Benim üniversitede bir hocam vardı diye başlayan cümleler kuracağız. İyi ki evlenmişim diyeceğiz belki. Ya da evlendiğim güne lanet olsun! diyeceğiz. Şimdi mesleğe ilk başladığım zamanı hatırlıyorum da nasıl da komikmişim deyip kendi kendimize güleceğiz. Eskiden bu semt böyle miydi? Araba geçmezdi bizim sokaktan diyeceğiz. Ne! O gerizekalı bunu bunu mu yapmış? Bir de okulda herkes onla kafa bulurdu. Bak işte! kimden ne çıkacağı belli olmuyor diyeceğiz. İyi ki çocuk yapmışım, hayatımın en doğru haltını yemişim ağzımızadan çıkan en tatlı, en kendinden emin cümle olacak bir zaman sonra.
Zaman notasını şaşmadan, ritmini bozmadan akıp giderken. Hayat sağlamasından hiç şaşmamaya devam ederken öyle laflar edeceğiz ki ağzımızdan çıkan her heceyle bir kez daha büyüyeceğiz. Vay be yaşlandık! diyeceğiz bir dost meclisinde.. İlk kitabımı yazarken o kadar zorlandım ki anlatamam diyeceğiz. O kadar çok söz olacak ki hayatımızda.. Şimdi ben bir sonraki cümleyi yazacağım..
Okuduğumuz kitaplar değişecek, bugün kendimizi dünyanın en şık insanı zannederek giydiğimiz kıyafetlere yıllar sonra güleceğiz. İlk okula gittiğimiz yıllar bir dönem filminin zamanı olacak. Güldüğümüz ve ağladığımız şeyler değişecek, saçlarımız dökülecek belki.
Bunları yazarken, hatta aklımdan geçirirken hem yüzümde ilginç bir tebessüm hem kalemim de meraklı cızırtılar, hem de zamanın hepimizin gözlerinde bıraktığı hüzün olacak.
Ömrümüz yettiğince yılları devirirken, değişmeye, değişimin kendisine hep tanık olacağız. Asla dememem dediklerimizi bir bir söylerken, bir gün ağzımızdan çıkmasını deliler gibi istediğimiz şeyleri haykıracağız. Evet! Yaptım! diyeceğiz. Nasıl da tatlı olacak annenin ya da sevgilinin boynuna sarılıp zaferlerimizi kutlamak. Ya da hüzne yenik düşüp ağlayacak omuzlar aramak. Bunlar olurken, biz hep söylerken, yeni söyleyeceğimiz sözler sırada bekleyecek. Ve şuna eminim ki; söyleyecek hep bir sözümüz olacak. Başka şeylere kızacağız, destekleyeceğiz, duygulanacağız. Bunların hepsini yapacağız. Başka başka. Değişen tek şey o başkalar olacak. Böyle düşününce yarını -hem de hiç kaygı duymadan yüzdeyüz teslimiyetle- hayat nasıl da üst üste dvdsini izlediğimiz bir dizi gibi geliyor kulağa. Nasıl da heyecandan yerinde duramayan bir çocuk gibi. Söz de bitecek zaman geldiğinde. Ama hep bir sonraki repiliğimizi bekleyeceğiz.
Biz büyür, zaman akarken hayat hep olacak.Ve tabi söz de. Planlarımız Tanrı'nın ince espri anlayışı altında ezilip kalacak.

ve aşk kalabalığın arasında kayboldu


Sıkıntılı bir gün olacağını sezmiş miydim bilmiyorum, bir türlü kalkamadım yataktan. Geçen zamanla daha da teslim olduğum aşk dört aylıktı. Büyüyordu, büyüyecekti.. Hep.
Ben, seni ancak bu kadar mutlu edebiliyorum. Bu kadarım. Hepsi bu. Eğer hala mutlu olamıyorsan başka bir şey yapamam dedim. Ben gideyim dedi. Git dedim. Son anda sarıldım "seni çok seviyorum, sağol her şey için" diyebildim. Oysa gitme demek istedim. Hatta yalvarabilirdim bile. Gitmeni istemiyorum demek istedim. Demedim. Gitti.. Bir şey demeden..
Atlas pasajının önünde beklerken koca kalabalığın içinde kayboluşunu izledim. Tıklım tıklım insan ordusu her adımında onu gözden kaybetmem için çalışıyordu. İstiklal bir olmuş, kalabığını zehir etmiş emek emek büyüttüğüm aşkı yutuyordu.. Saniyelerle. Her adımda nefesim biraz daha kesildi. Kalabalık gittikçe büyüdü. Gözlerim doldu. Uzaktan arkasını döndü, beni gördü mü bilmiyorum. Sigaram yoktu. Saatlerdir oturduğumuz yerde aşktan ve arkadaşımdan sigara içiyordum. Şimdi buna tesadüf mü derim, dilim varır mı bilmiyorum. İçinde sigara olmadığını bile bile çantamı açtım. Belki de bir şeylerle uğraşmak istedim, yüzümü yoldan ayırmak istedim, bilmiyorum. Şimdi buna tesadüf mü derim bilmiyorum ama boş sandığım paketimin içinde son bir sigara bekliyordu. Bu an için gizleniyordu. Ben bile bilmezken dakikalarımı, hiç bilmediğim yüzlerin üstüme üstüme geldiği sokakta çantamdaki son bir sigara biliyordu olacakları. Buna emindim. Bu an için oradaydı. Yaktım. Böylesi bir durumdayken dahi bunu düşündüm. Hayatın engel olunamaz hallerini, benden habersiz akıp giden bir yaşamın, yine benden habersiz gizlenen bir dal sigarasını. İçtim. Ağlamaya başladım. Yüzümü duvara çevirdim. Üzerime üzerime gelen yüzlerce insandan utandım. Belki de tanıdık birine rastlamaktan korktum. Kimseyle konuşamazdım. Şu anımı, beni bekleyen bir dal sigarayı düşünmeliydim. Sahi hayat gerçekten bizden bu kadar habersiz kendi gizlerinden fısıldarken biz hepsine boyun eğmek, teslim olmak mı zorundaydık? Öyleydi. Belki de değil. Ben yüzümü sakladım. Sigarayı söndürürken bir dilenci amca gelip "abi sigaran var mı?" dedi. Yok dedim. Her türlü kaygıdan muaf bu amcaya karşı, onun bu umursamazca; hiç tanımadığı bir insandan sigara isteyecek açıklığına karşı ben onun beni ağlarken görmesinden utandım. Yok abi dedim. İçeri girdim. Biraz sonra yan mağzadan gelen genç adam dilenci amcayı azarladı. "siktir git. görmeyeceğim seni bir daha burada" dedi. Böylesi acınası bir haldeyken ben ona acıdım. Keşke çantamda benden habersiz bir sigara daha olsaydı dedim. Belki de benden habersiz ve artık içmiş olduğum tek sigara da bana acımıştı. Ne kadar da her şeyden emin görünüyorsun oysa hayatın kendi ritminden nasıl da habersizsin diyordu. Demiştir. Tekrar dışarı çıktım. Az önce aşkın ellerimden kayan bir sabun gibi uçup gittiği caddeye uzun uzun baktım. Belki biraz ileride beni bekliyordu, belki hiç gitmemişti. Merdivene çıktım. Üşüdüm diyordum. Ama hayır bu kez teslim oldum, belki beni görür diye çıkmıştım merdivene. Görmedi. Belki de gördü ama gelmedi, gelemedi, bilmiyorum. Metroya bindim. Otobüse bindim. Yanımda oturan aşka benziyorudu, durakta bekleyen de. Sonra sigara almak için girdiğim bakkaldaki birkaç kişiden biri de. Bazısının burnu, dudakları, saçları piercingi. Bir anda farkettim ki bütün dünya ona benzemeye başlamıştı. Aşkı benden saklayan, gizleyen bu şehir bir anda aşkın kendisi olmuştu. Arkadaşımdaydım. Eve girer girmez banyoya girdim. Aynaya baktım, yüzümü yıkadım. Ona benziyordum. Her şey ve herkes ona benzemeye başlamıştı.
Onun bana aldığı kupadan su içtim bütün akşam. Arkadaşımın evinde bardak yoktu. O gün bana bir kupa almıştı. Hayatın koca bir tesadüf olduğuna inanan henüz gıdım pişmemiş, santim büyümemiş ben, dünyanın kapılarını açmaya karar verdim. Hiçbir şeye ve hiç kimseye hakim olmayacağımı, koca evrene bilhassa zamana asla vakıf olmayacağımı anladım. Sabah uyanıp okula giderken son bir sigara vardı çantamda. Yaktım, dumanla birlikte sabah ayazına karıştım...

23 Nisan 2009 Perşembe

Aşk'la Zaman

Aşk teslim olduğum bir rüzgar; içimi ısıtan. Duran, durup bekleyen her şeye rağmen, beni durmadan değiştiren; aşk. Değiştiğim şey aşk. Değişemeyeceğim şey aşk. Elimde tuttuğum kitap.. Kitabı bana alan aşk. Kolunda yürüdüğüm aşk.
Tam ortasına düştüğüm, durup beklemediğim, geçmişimi kabullendirip, geleceğime ortak ettiğim. Hayallerimi bir ettiğim. Koca bir tekilliği var ettiğim aşk. İçimde günbegün büyüyen, her geçen gün benden olan, ben olan aşk.
Büyüyen aşk. İnandığım her şeyi unutturan aşk. Yepyeni bir beni kabul ettiren aşk. En güzeli. En güvendiğim..
Aşk; günüm, yarınım.. Kendimi tam bildiğim, zamanı iliklerimde hissettiğim; aşk.
Aşk dört aylık.

16 Nisan 2009 Perşembe

Vize

11 Nisan 2009 Cumartesi

Bilmemek

Kaderi kördüğüm etmişim bilmeden. Yolumu hep kaybetmişim. Nereye gideceğimi hiç bilmemişim. Boşa çıkmış dilimden sözler. Bir hiçe kurmuşum cümleleri. Öncesinde hayatı hiç bilememişim. Zamana ermemiş hiç aklım. Küçücük avuçlarım tutamamış gerçekleri. Aksimi dahi görememişim aynada. Vefa nedir unutmuşum. Kini, kötülüğü, art niyeti sezememişim. Bilememişim. Bilsem de görememişim. Bedenimi büyütürken, ruhumu ana rahminde bırakmışım. Ben zaman nedir hiç bilmemişim.
Dönüp bakarken zerre kadar hayata, göz kapatıp açıncaya geçen senelere; öğreniyorum mucizeyi. Hayat; içinde nice alamet, nice mucize saklayan bir istirdye; benim hep derinlerde aramaya çalıştığım, oysa karaya vurmuş, aşkiar.
Aşkı aramışım salya sümük yastıklarda. Gezinip durmuşum belirsiz. Aşk aramakla bulunmazmış, bilememişim. İki laf arasına sıkıştırılamazmış. Bir muhabbetten fazlasıymış aşk. Onlarca sesten mürekkep değil, saf sessizlikmiş aşk. Nedensizmiş. Nedenleri varmış elbet ama sorgusuzmuş. Körü körüneymiş aşk. Gözleri kapalı, dili lalmiş. Aşk büyüdükçe beden küçülürmüş. Bilememişim. Senebesene bilmediğim bir hisse kaptırmaya çalışmışım kendimi. Kaptırmışım da. Belki de sadece kaptırmak istemişim.
Hayatı en karanlık sokaklarda aramaya karar kılmışım nedensiz. Tüm bu nedensizlikler içinde, hayatın ne kadar nedenli olduğunu bilememişim. Aşk ne kadar nedensizse, hayat da o kadar nedenliymiş. O zaman öğrenmişim ki; aşkın olduğu yerde hayat susarmış. Aşkın sessizliği bastırımış yaşamın tüm tıkırtılarını.
Ve öğrendim ki aile terkedilmesi en yanlış sevgiliymiş. Ailesiz olmazmış. Babanın varlığı dahi yetermiş. Annenin sesi ödüllerin en büyüğüymüş. Kardeş tarif edilmez bir parçaymış. Aile evrendeki ait olduğum tek yermiş.
Bildiklerim, öğrenemediklerimmiş. Gündüzün kavgası, gecenin yorgunluğuna yenilirmiş.. Yalnız, yapayalnız kaldığımızada dönermişiz yine ana rahmine. Kalabalıkmış bizi hayatta tutan. Ne kadar kaçsak da hayattan, hayatın varlığıymış varlığımız.
Aşk saf bir sessizlikken, hayatın tüm ritmi kimi zaman notası şaşan bir melodiymiş.
Bir yerde var olmanın en özel hali; o yerden bir gün çıkıp gidecek güce sahip olmakmış. Ait olmak, kimi zaman kökleri olmayan bir ağaç gibi özgürlükmüş.

Şimdi bedenim büyür ve ruhum ana rahmine sıkışırken. Öğrendim ki; huzur aslında rahimden hiç çıkmamakmış. Beden dediğin dünyalı, ruha kafa tutamazmış. Büyümeyeceğim dediğinde büyümezmişsin. İstersen zaman geçmezmiş. Zaten neymiş ki zaman? Koca bir gürültüde bedeninin büyüdüğünü izlerken, ruhuna sarılıp sessizlikte aşkı solumak mı? Öyleymiş.

8 Nisan 2009 Çarşamba

Bahar'la


Önce elini vermiş insanlara, sonra kaptırmış kolunu boydan boya, çocuk. Şimdi temizlemeye çalışmakta kaderin kirlerini, hayatın potlarını. Şimdi derin bir nefes alıp geri vermekte. İnsanları itmekte hızla. Küçüldükçe küçülmekte çapı. Büyüdükçe büyümekte kalbi. Çapı da kalbi de sadece birinde çocuğun. Kendi aşkının tam içinde. Zaman ise sallanıp gitmekte yolunda. O zaman yelkenler fora.

Küçülürse bir gün çocuk.
O zaman kapar gözlerini zamana.
Hayat akıp giderken,
Tepe taklak bir pupa.
O zaman seyre dalar
Hem aşkına hem gün batımına.

Sessizlik de dinlenirmiş. En çok bunu öğrendim geçen zamanla. Hayatın kalp atışlarını dinliyorum. Tık tık atıyor zaman. Koşmalı mıyım peşinden diye düşünmüyorum. Ne kadar yorgun olsa da bedenim, hayallerim ardımdan tatlı bir rüzgar gibi iteliyor beni.
Yarın güzel. En güzeli yarın hatta.
Geçip giderken içimden bahar, öğrendim ki; her duygunun bir sesi vardı; umut büyülü bir şarkıydı. Ve öğrendim ki her insan bir mucizeydi, hayatta her şey olası...

Fotograf: Kayısı Çiçekleri.

2 Nisan 2009 Perşembe

Merhametli Zamanlar

Unutmak, unutamayarak geçen zamanlardan daha zor değil. Unutmak kolay. Ama ben ezberliyorum hayatımı. Her anı, her noktayı. Teker teker kazınıyor kafama; bir yerde incinmişsem, kalbim kırılmış, umudumu kaybetmişsem. İsimler, telefonlar, programlar hepsi uçup gidiyor aklımdan. Zerresini tutamıyorum hafızamda. Kalbim ilk ne zaman kırıldı bunu hatırlıyorum. Defalarca kırıldığında hepsini kazıyorum kafama. Kazıyorum da kızamıyorum. Kimseye gönül koyamıyorum. İtemiyorum kimseyi kendimden. Kin tutamıyorum. Ben kin tutmadıkça kin beni tutar oldu. İnsanlar benim yıktığım duvarlardan aldıkları cesaretle tüm duygularımı yağmaladı. Hatırı sayılır bir zamandır dağınık ruhum. Karman çorman. Ne nerede, ne için bilmiyorum. Sebepsiz benim hislerim.
Güven benim için mavi boncuk. Ön yargılarımı bağışlamışım çocukken. Herkese ve herşeye açık hayatım. Ben bu herkes ve herşey karışısında ne kadar güçsüz olursam olayım öyle.
Unutmak zor. Ama unutmaya çalışarak geçirilen zaman kadar değil.
Ama şimdi bahar tüm yenidenliğiyle düştü hayatıma. Kir görmemiş bir bebeğin elleri gibi günler. Taptaze.
Hayat akıp giderken yine; hiç durmadan. Bahar fısıldıyor aşkın en umarsızını. Fütursuzca büyüyor tabiat. Büyüdükçe ısınıyor içim..
Ve zaman yine getiriyor hayatın en çıkmazına bir açık kapı. Bahar bağışlıyor tüm günahlarımızı. Unutmaya izin veriyor en sakınılan anlarımızı.

30 Mart 2009 Pazartesi

Non, Je Ne Regrette Rien


Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
Ni le bien qu'on m'a fait
Ni le mal tout ça m'est bien égal

Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
C'est payé, balayé, oublié
Je me fous du passé

Avec mes souvenirs
J'ai allumé le feu
Mes chagrins, mes plaisirs
Je n'ai plus besoin d'eux

Balayés les amours
Avec leurs trémolos
Balayés pour toujours
Je repars à zéro

Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
Ni le bien, qu'on m'a fait
Ni le mal, tout ça m'est bien égal

Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
Car ma vie, car mes joies
Aujourd'hui, ça commence avec toi

27 Mart 2009 Cuma

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü


Ben bir tiyatro oyuncusuyum. Bütün dünyam tiyatrodur. Gücümü sahne ışıklarından alırım.

Ben bir sahne işçisiyim, bir ağır işçi. İşim gereği gece-gündüz çalışırım; buradan sizlere en güzel, en doğru, en çağdaş ve gerçekçi bir oyunla ulaşmak için. Bir oyun, bir oyun daha, bir oyun daha… Böyle mutlu geçen ömrüm, yeter ki siz burada olun ve birlikte kotaralım oyunumuzu. Birlikte gülelim, birlikte ağlayalım, birlikte coşalım, şaşalım, sevinelim ve birlikte düşünelim. Oyunun sonunda tiyatronun o vazgeçilmez gizemi içinden, alkışlarınızla, birlikte uyanalım. Güzel bir oyun sonrasının tatlı yorgunluğu içinde zevkle göz göze gelelim.

Bu gece oyunumuzu her zaman olduğu gibi gene sizin şerefinize oynuyoruz ve 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nü birlikte kutluyoruz. Bize katıldığınız için sonsuz teşekkürler.

Şimdi biraz dertleşelim: Son yıllarda Türk Tiyatrosu adına olumlu-olumsuz pek çok konuşmalar yapılıyor.

Kimileri seyircinin giderek düzeysiz komedilere şartlandırıldığını, hele hele özel tiyatroların, gişe kaygısı nedeniyle, ucuz prodüksiyonlarla yetinmek zorunda kaldıklarını, bunun da sanatsal bir erozyon olduğunu savunuyor. Kısmen doğru olabilir ama, tüm yokluklara karşın sanat heyecanı ile hala perde açabilen özel tiyatro yapımcılarımızın ve sanatçılarımızın verdikleri mücadele göz ardı edilemez.

Bazılarıysa, “Güldürü, güldürü, güldürü!” diyor. “Seyirci artık gülmek istiyor, düşünmek istemiyor”diyerek seyircilerimizi küçümsüyor.

Gene bazıları da, “Maaşlı memurdan sanatçı olmaz” diye ödenekli tiyatrolarımızı hedef alıyor. Oysa onların “ana tiyatro” niteliğini ve Türk Tiyatrosu’nun kurucusu olduğunu unutuyor. Oradan yetişen birbirinden değerli büyük sanatçıların varlığını görmüyor.

Bazı güzel insanlar da başlangıçtan bu yana Türk tiyatro sanatçılarının içinde çok büyük yetenekler olduğunu savunuyor ki aynı kanıdayım.

En ilginç olanı da, bazı çok bilirler, “Artık hiç kimse tiyatro yazmıyor, tiyatro yazarlarımıza ne oldu?” diye bir yanılgıdan yola çıkıyor. Bu çok önemli; çünkü yazarsız tiyatro olmaz. Bence bunu birlikte çözeceğiz, ama önce yazarlarımızı dinleyerek. Çünkü çok değerli ve büyük tiyatro yazarlarımız var.

Bu arada bazı tiyatro severlerimiz, “Ah nerede o eski tiyatrolar! O eski oyunlar, o eski tiyatro sanatçıları!” diye yerinip yerinip duruyor. Oysa çevreye dikkatle baksalar gençleri görecekler. Bir değişimin, bir gelişimin yaşandığını fark edecekler. Genç tiyatrocular iş başında!… Hepsi de yetenekli, yürekli ve cesur. Bir araya gelip kendi özgün tiyatrolarını kuruyorlar. Yazıyorlar, oynuyorlar ve devamlı perde açıyorlar. Ben onlara “safkan tiyatrocular” diyorum. Ve gene diyorum ki, günümüzün sanal ortamlarına karşın, Türk Tiyatrosu tüm gerçekliğiyle dimdik ayakta. Yeni ve çağdaş bir Türk Tiyatrosu hızla kendini bütünlerken, taptaze ve kararlı bir “jön Türk” tiyatronun müjdesini veriyor. Çoğu tabuları yıkan bu özgür soluklu tiyatronun temelinde insanoğlunun gerçekleri var. Ama her şeyden öte, ülkemizin ve ülkemiz insanının iç güzelliği, kadirbilirliği, kaderciliği ama, en umutsuz anlarda bile, o şaşmaz iradesi, kararlılığı ve sağlamlığı var.

“Sanatçı alnında ışığı hisseden insandır,” diyor BÜYÜK ÖNDER… Bizler o ışığı sizlerden alıyoruz. Ve dünya durdukça, kim ne derse desin, her söze verilecek en doğru cevap buradan olacaktır, tiyatro sahnelerinden. Çünkü sizler buradasınız.

O halde çalsın son ziller!… Açılsın perdeler!

Nedret Güvenç

22 Mart 2009 Pazar

Masal

Mucizelere inanmazdım ben, eğer doğmamış olsaydım. İnsan ki dokuz ayda varoluyor ve bilinmez bir yolculuk sonunda, bilinmez bir zamanda yok oluyorsa vardır mucize. İnsanın kendisidir mucize. Hayalin ta kendisidir mucize, aynı zamanda hakikatin. Zaten uzak mıdır ki hayalle hakikat birbirinden. Hayalin olmadığı yerde nerede buluruz hakikati. Güneş doğmasa ay batmaz mı? Ya da ay batması için gerekmez mi güneşin doğması? Bir yaz gecesi ay ile güneşi yüzyüze görüyorsak gökte, uzak mıdır hayalle hakikat birbirinden?
Yazabildiğim kadar çok yazdım. Yazabildiğime yazdım, zamanla. Başarmak için değil ama, hayatımı kolaylaştırmak için yazdım. En zor anımı yazdım. En çıkmaz sokaklarımı aradım yazıda. İyi veya kötü yazdığımı düşünmeden, yarın kaygısı olmadan yazdım. En büyük telaşlarımı yazdım, hiç telaş duymadığım yazıda. Yazı değil midir ki mucizenin hası. Kurduğum her cümlede bir mucize gerçekleştirdim, kurulan her cümlede gerçekleşen başka mucizeleri okudum. Bu mucizeyi hem okudum hem yazdım. En çok da bir masal yazmak istedim; hayallerin en hayali, hakikatin kendisi...
Dilimin ucuna, oradan kaleme hep bir masal düşsün istedim. Bu masalın gelmesi için
yazdım..
Herbir mucizeyle yeniden bir masal başlar, biten her mucizede hakikatin kendisi yaşar. Ancak bir masal fısıldar hayatın tüm hakikatini. Ve ancak bir masal hatırlatır bize hayatın koca bir hayal olduğunu..
"Bilinmez bir zamanda, bilinmez bir çocuk yaşarmış. Odasından çıkması yasakmış. Hayal kurmak harammış. Yasakların en yasağı, haramların en günahıymış çocuğun rüyaları. Ne bu oda varmış gözünde ne hakikatmiş gerçeği. Çıkıp gitmek istemiş hep, koca koca bulutlarda, uçsuz bucaksız deryalarda yaşarmış. Hayali hakikatiymiş. Hakikati koca bir hayal.
Bir ateş düşmüş içine. Nerden gelip nereye gittiği bilinmeyen bir ırmak akmaya başlamış yüreğine. Buz gibi suları dondurmuş kalbini. Buz kesmiş. Koca bir hayalmiş bu ırmak. Yalandan balıklar, sahtekar balıkçılar tarafından avlanmış. Çorak bir araziden farksız kalmış. Tek başına akmaya, zamanla buhar olmaya, seneler sonra kurumaya başlamış. Gürül gürül akan ırmaktan bir sızıntı belli belirsiz geçer olmuş.
Hakikate geri dönmek istemiş çocuk. Hayatın kendisine. Zamanla ilk kez orada tanışmış. O hayalindeki ırmakta kapamışken gözlerini, hakikat durup beklemeden, soluklanıp dinlenmeden koşmuş...
Ne hayaline geri dönebilmiş, ne hakikatte kendine yer edebilmiş. Zamanla yalnız kalmış her mahluk gibi. Yalnızlığın köhne sokaklarında bir başına kalmış. Hayale gitse umduğunu bulamamış, hakikate gitse kendini bulamamış. Aitsizlikle orada tanışmış. Ne hayalmiş mesken edeceği ne de hakikat. Bir arafta sıkışmış kalmış.
Peki neymiş içine düşen ateş? Neyin uğruna kaçmış hakikatten? Tanrı'nın gönül bahçesine ektiği bu tohum hangi çiçeğinmiş?
Bir arafta sıkışıp kalmışken orada, kendi gibi yolunu kaybetmiş başka çocukları görmüş. Yalnızlıklar ülkesiyle böyle tanışmış. Bir de bakmış ki sağı solu, önü arkası çocuk. Tüm çocuklar buradaymış. Bir kendisini bilirmiş hayalde tutunamayıp, hakikatten kovulan. Bir kendisini bilirmiş yalnız. Bir kendisine yasak değilmiş meğer odasından çıkmak, hayaline varmak. Bu ırmağı da kurutanları böylelikle tanımış olmuş.
Bir çocuk görmüş öteden. Tıpkı kendi. Pırıl pırıl bir gölde aksini görmüş gibi irkilmiş. Karışısına dikilmiş kendisi, öylece bakmaktaymış.
Gülmüş çocuk, diğer çocuklar da gülmüş.
İçine düşen ateş bu muymuş? Peki neymiş de bu eminmiş şimdi hem de bu arafta içindeki ateşin bu olduğuna. Avuçları terlemiş. Gitmiş yanına çocuğun.
- Bir ben bilirdim kendimi; günahkar, yalnız. Bir ben kovuldum bellerdim cennetin bahçesinden. Demiş.
Çocuk hiçbir şey söylememiş. Terleyen avucunu açmış. Çocuk gözlerinin önündeki avuca koymuş elini. İçindeki ateş sönmüş, kül olmuş anbean. Terlemiş iki avuçla birlikte tekrar akar olmuş ırmağın suyu..
İşte o zaman bilmiş içindeki ateşi; hakikatten kaçıp, hayallerde aradığı ateşi; aşkı. İlk kez o zaman bilmiş aşkı. İlk kez o zaman bilmiş hakikatin hayalden farksızlığını. Tanrı'nın tüm mahluklarının bu arafta sıkışıp kaldığını.
Üç elma düşmüş sonra gökten.
- Neden? demiş çocuk. Neden düşer bu elmalar gökten?
- Çünkü bu masal. Demiş çocuk,avucu su dolu.
- Peki demiş çocuk. Peki neden düşmedi bizim başımıza.
Çocuk güzel gözlerini dikmiş çocuğun gözlerine.
- Farzet ki bizim başımıza düştü. Hakikatten bize ne? "


Üç elmanın düşmesiydi masalın sonu. Kimin başına düştüğünün ne önemi vardı ki.
İşte bir kez de böyle inandım hayatın mucizesine. Hep yazarken inandım. Bir gün bir masal yazdım. İçimdeki ateşle tanışınca. Elim yanınca aşktan. Telaşım bitince, durulunca, huzuru bulunca. Bir mucizeye inanmakmış hakikat. Mucizenin bittiği yerde başlarmış hayal.
Bir masal yazmak istemiştim bundan yıllar önce. Hep bir masalım olsun istemiştim. O zaman bilmiştim tüm hakikatin masalda olduğunu. Şimdi biliyorum bir aşkın mucizeden farksız olduğunu. Ve ancak bir aşk yazdırırdı muzicelerin en büyüğünü; masalı.
Ve üç elmanın düşmesiydi masalın sonu. Kimin başına düştüğünün ne önemi vardı ki?

20 Mart 2009 Cuma

Aşk


Ya ortasındasındır AŞK’ın merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde...

19 Mart 2009 Perşembe

Kadın Şehir

Bir Şehir kendine hem aşık hem düşman edecekse; bu ya İstanbul olmalı ya da yok olmalı. Fatih'in yirmibir yaşında gönlüne, gönlünden avucuna düşen bu şehiri yirmibir yaşımda görmek istemiyorum. Gitmek istiyorum. Kurtulmak. Üstüme üstüme gelen arabalar, çirkin binalar, medeniyetin beşiğinde bir gıdım medeniyet aradığım insanlar, yağmur, çamur ve nicesi. Adımımı attığım anda bu şehrin sokaklarına içimden öfke, dilimden küfür eksilmez oldu. Ama aptal bir aşık gibi seviyorum bu şehiri. Platoniklerin en aptalı. En saçması. Bile bile lades bu şehri sevmek. Çünkü sevmiyor bu şehir bizi. Senebesene öfkesini arttırdığımız şehir kusuyor vargücüyle üzerimize. İtip kakıyor bizi, püskürtüyor. Gidin diyor. Kaderime boyun eğmek ve gitmek istiyorum. Vazgeçmek istiyorum bu sevdadan. Ama bileklerimizden bağlamışlar bizi boğaza. Gitmek zor bu şehirden. Gözü karartıp geriye bakmamak zor. İstanbul'u herhangi bir şehirden ayıran, başka yapan şey kadın olmasıdır. Diğer tüm erkek şehirlerden farklı olarak kadındır İstanbul. İçinde sevginin, umudun zerresini barındırmayan, yüzyıllar boyu daha da çirkinleşmiş bir kadın. Dünyanın en kaprisli, en çekilmez, en kibirli ve en aşık olunası kadını. Yalancı güzelliğiyle yalandan umutlar dağıtan kadın.. Bir kez avlusuna adım attın mı ne kadar oraya ait olmasan da diyarın olan kadın. Tüm kötülüklerine karşı terkedilemeyen kadın. Tüm ihanetlerine boyun eğilen kadın. Terkedilmesi zor kadın.. anbean başka bir çocuk doğuran, gitmeni engelleyen kadın. Umutlarını biriktirdiğin kadın. Her şeye rağmen sokaklarını sevdiğin kadın. Pis kokusu efsunlu kadın.
İstanbul’da bir sevdiğin varsa,
üstüne üstlük bir de İstanbul’u seviyorsan eğer,
Ne kadar uzağa gidersen git ve nasıl bir hızla,
gene de kurtulamazsın
bu şehirle cebelleşmekten rüyalarında…

Kim Korkar Virginia Woolf'tan? 4


İçimde adını bilmediğim bir adam var. Huyunu suyu ezberimde olan, neye nasıl tepki vereceğini adım gibi bildiğim bir adam. Sadece adını bilmediğim. Ha bir de ne zaman, ne yolla içimi kendine mesken ettiğini bilmediğim. Bildiğim tek şey "nasıl" bir adam olduğu. Telaşlı, çekingen, endişe üzerine endişe biriktiren, yarın kaygısıyla yaşayan, metanetsiz, vefasız. Bu ben değilim dediğim ve ona isim aradığım adam. İçimde büyüyen adam. Bir de üstüne tembel ve mutsuz. Bir insan hem tembel hem mutsuz olmamalı. Ya da hem tembel hem de tembel olduğu için mutsuz olmamalı. Bu adam öyle ama. Hem tembel hem mutsuz. Kadının biri -en sevdiklerimdendir- İçimdekini denize gönderdim. Mutluyum şimdi dedi. İçimdeki adamı denize bırakmak istiyorum ben de. Artık veda vaktinin geldiğine inanıyorum. Yine beklerim, hep gel demeden yollamak istiyorum. Sahte bir el sallama ile. Göndermek istiyorum onu. Canımı sıkıyor. Bana ait olması, benden olması hatta korkarım ben olması canımı sıkıyor. Göndermem lazım onu. Arınmam lazım. Bahar gelmiş olmalı. Ya da geliyor olmalı. Ben bunu hissederken dışarıda kar yağması -Mart'ta- Tanrı'nın espri anlayışına hayranlığımı arttırıyor. Bahar gelmiş olmalı. Çünkü birçok insanın aksine baharın gelmesiyle canlanmam ben öyle. Tersine içime kapanırım. Arınırım kendimden. Düelist bir inancım olsaydı cehenneme giderdim sanırım. Ama yeniden doğma zamanım böyle benim. Kaygılarımdan arınmam demek bahar. Sessizleşip, durulmam. İçimdeki adam gitmenin sinyallerini veriyor şu günlerde. Haftalardır başta sevgilime, arkadaşlarıma, aileme ama en çok da kendime çektirdiğim nerden gelip bana ne yaptığını anlamadığım bunalım gidiyor. Sakinleşiyorum. Şimdi ben Mart bitiyor desem sebebini buna bağlasam yalan mı söylerim? Hayır. Mart gidiyor. Arınıyorum ondan. İpek bir eşarp gibi düşüyor Nisan. Zaman geçerken adam gidiyor, sessizleşiyor içim. Bitti mi? Bitmedi henüz. İçimde hala nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen bir sıkıntı var. Bitecek ama, hissediyorum. Duruldum. Dışarıda kar yağıyor, benim içim ısınıyor. İçimdeki gürültü biterken, zaman beni şaşırtmaya devam ediyor.

15 Mart 2009 Pazar

Kim Korkar Virginia Woolf'tan? 3

Ekonomik kriz, iş, para, serbest piyasa ve daha niceleri beni boğuyor. İçinde bu kelimelerin geçtiği hiçbir cümlede bir söz çıkmıyor ağzımdan. Kendime ait ilkel fikirlerim var ama paylaşmıyorum. Ne zaman böyle bir muhabbetin içinde bulsam kendimi ne kadar doğru bir meslek seçtiğimi bir kez daha anlıyorum. Yirmime gelmek üzere olduğum şu zaman zarfında buna eminim. Sanırım tiyatrodan başka bir iş yapamam. Geriliyorum parasal muhabbetlerden. Eğer tiyatronun içinde kendinize bir yer arıyorsanız para muhabbetlerinden muafsınızdır. Zira tiyatroda para YOK. Paranın geçmediği tek ülke Tiyatroistan. Siz ne kadar paradan bahsetmeye çalışırsanız çalışın öyle bir kavram olmadığı için nafile çabalarınız. Eğer bu mesleğe aşık olmuşsanız bir kez bedava köleliğe da razı olmuş oluyorsunuz. İşin ilginç tarafı ise bundan gayet keyif alıyorsunuz. Kuzenim başarılı bir iş adamı. Yıllar yılı çalıştığı sektörde yükseldi. Kısa bir dönem Londra'da yaşadı ve orada kurduğu bağlantılarla İstanbul'da bir ofis açtı. Ben de diğer kuzenimle ofise gittim bugün. İkisi de fena halde müteşebbis olan kuzenlerim karışısında bolca kahve ve sigara içtim. Bir de üstüne şiştim. Bitmeyen telefon trafikleri, yapılan planlar. Anlamaya çalıştıkça uzaklaştım. İşin trajik kısmı ise iki kuzenim de aynı mesleği yapmakta ve başarıyla sürdürmekte. Ben ise onların başarıyla sürdürdükleri mesleklerinin üniversitede eğitimini gördüm. Turizmin her dalından sınavlara girdim, incelemeler yaptım, tezler yazdım. Gelgelelim zerre kadar tutmadım aklımda. Hepsini final kağıdıma bıraktım çıktım. Pişman değilim. Mezunum. Şimdi asıl istediğim bölümü okurken, hiç istemediğim bölümden uzaklaştıkça uzaklaşmışım. Arada dönüp bana sordular. Çünkü ben ayıptır söylemesi dört dönem Turizm Hukuku dersi aldım. Ama aklımda kalan tek şey plajlara 200 m'den yakına yerleşim alanları yapılmaması gerektiği. Ki ben üniversite hayatımda iki yıl plajda oturdum. İçten içe sırıttığımdan kaldı bu aklımda. Gerisi puuuff. Bir kuzenim soruyor; peki bu hukuksal olarak nasıl bir engele takılır? Diğeri ekliyor; peki turizm bakanlığı onay vermezse? Diyemiyorum ki; ben zerre kadar anlamıyorum ki bu işten. Zaten neden okuduğumu dahi bilmiyorum. Muhtemelen kendime güvensizliğimden ve kararsızlığımdan. Benim için iş sizin için hiç iş olmayan iş. Sizin iş ise benim için hiç. Bunun yerine aklıma kalmış birkaç teknik şey sallıyorum bolca dolandırarak. "Gerçek hayatta" iş değeri gören hiçbir işte başarılı olamam biliyorum. Ticaret yapsam kazıklanırım, doktor olsam duygulanırım, avukat olsam huylanırım, devlet dairesinde çalışsam çıldırırm. Belki de net olarak kendimi bildiğim tek konu bu. Sakalımı kesemem öyle hergün. Biliyorum. Biliyorum da diyemiyorum öyle her yerde. Kendime ait en iyi bildiğim konu da hiç konuşamadığım bir mevzu böyle.

yol ayrıldığı vakit

Tanrı'nın adama verdiği süre bitmişti. Belki de herkes bir kez tadacaktı gerçek aşkı. Buna hayvanlar da dahil. Bir kez karışımıza çıkacak, tarifsiz bir mutluluk ve bütünlük bırakacak ve zamanı gelince gidecekti. Mutlaka gidecekti belki. Belki de bütün aşklar, herkese gitmek için gelecekti.
Yol ikiye ayrıldığında adamın geleceği de ikiye ayrıldı. Bir başkasını tam merkezine koyduğu bütün duyguları ikiye katladığı geleceği. İkiye ayırdığı geleceği. Gelecek artık yarı yarıya eksilmişti yol ayrıldığında..
Onun mezun olduğunu hiç bilemeyecekti mesela. Neler hissettiğini. İlk işine başladığı günün heyecanını onunla paylaşamayacaktı. Cumartesi akşamı film izleyemeyecekti onunla. Veya ilk evini onunla birlikte kuramayacaktı. Tek tek alamayacaktı eşyalarını, onunla. Annesi öldüğünde onun boynuna sarılıp ağlayamayacaktı. Yazılarını ilk ona okutamayacaktı bundan sonraki zamanda. Başarılarını onunla paylaşamayacaktı veya başarısızlıklarında ondan güç alamayacaktı.
Yarım kalmıştı geleceği yol ayrımında. Yol ayrıldığı vakit ömür yarı yarıya azalmıştı sanki. Zaman dört nala hızlanmıştı.
Belki bir başkaları paylaşacaktı kalan yarı ömrünü. Onun yanında kim olduğunu, kimlerle gülüp, kimin omuzunda ağladığını, aynı yastığa kiminle baş koyduğunu düşünecekti geceleri. En yalnız kaldığında, kendine ait bir kuytu bulduğunda onunla yaşadıklarını anacaktı. Kaybettiği yarım ömrünü. Özleyecekti onu. Herkesten ve her şeyden çok. Ne kadar birleştirse de kaderin sokaklarını ve her çıkmaz yolu kendine güzargah bellese de hep onsuz kalacaktı.
Bundan sonra kalan zamanın iki adı vardı; bundan böyleki hayatı, ondan sonraki hayatı veya onsuz hayatı.
Bir evi olacaktı elbet. Farkında olmadan onunla bir evi olsaydı nasıl olursa öyle düzecekti. Onun sevdiği gibi. İçinde kim olduğunu önemsemeden. O, o eve hiç girmemiş ve girmeyecek olsa da onun olacaktı. Zaman onsuz akıp giderken, mekan sadece ona ait olacaktı. Onun bıraktığı yerde, ondan kalan izde.
Yol ayrıldığı vakit Tanrı'nın verdiği süre dolmuş olacaktı. Boyun eğecek, teslim olacaktı ışıkta. Ama bulduğu her karanlıkta onu özleyip,onun için ağlayıp, her bir hücresinde onu anacaktı. İz bıraktığı, dokunduğu her yerinde kalan onun kokusunu koklayacaktı.
Yol ayrıldığında ömür de durup beklemeyecek ikiye ayrılacaktı. Bir parçasını alıp götürecekti giden. Bir parça hüzün kalacaktı adama; ömür boyu avucunda sakladığı.

14 Mart 2009 Cumartesi

Kim Korkar Virginia Woolf'tan? 2


Zamanımı boşa harcamak en büyük meziyetim. Bir zaman katiliyim. Hayatım uyuşukluk ve pervasızlık arasında sıkışıp kalıyor. Ve de çok memnun bu daralmışlıktan. Keyfine diyecek yok. Sürekli ertlediğim işlerim ve kendimi yorgun, yoğun hissedişlerim var. Zaman; suçu bağışlanması mümkün olmayan bir savaş suçlusu; asılmaya mahkum. Duran yanım her dem durmaya, durdukça kök salyama, kök saldıkça daha da ağırlaşmaya başlıyor. Durduğu yerde duruyor. Bundandır her dem yorgun olmam, bitap düşmem bomboş geçen günün sonunda. Beni yoran da bu boşluğun, boşalığın kendisi. Bir de kendimi ikna etsem bu hususta, durup beklemeyi unutacak bedenim.
Oysa zaman kavgası yiyip bitiriyor içimi. Koşan yanım hep kavgalı zamanla. Beynimin içinde kelimeler, işler, hikayeler, insanlar dönüp duruyor. Bir panayır yeri bilinçaltım. Gürültüsü bol, kalabalığı sürekli. Duran yanım ve koşan yanım çekip duruyorlar her bir uzvumdan. Durup durup koştuğumdan çabuk kesiliyor nefesim. Nefesim kesildiğinde de pervasızlığım giriyor devreye. Zaman ki akıp giden bir nehir. İçinde türlü türlü mahluklar barındıran. Tutup karınını doyurması da güzel, izleyip keyiflenmesi de.
Doğrusu yok bu işin. Hayatı kaçırmamak, peşinden koşmak, zamanla kanlı bıçaklı olmak, anları biriktirip anılar yaratmak güzel. Durup beklemek, bekledikçe pişmek, piştikçe hayatı tatmak, sessiz sakin varoluşa boyun eğmek de güzel. Doğrusu yanlışı yok.
Zaman ve mekandır hakikat. Ya da hülyanın ta kendisi. Aslolan zaman içinde zaman, mekan içinde mekan. Senin olan, sana ait mekan.. Senin bilmediğin, tik taklarını işitmediğin bir saat daha dönüyor bilmediğin bir şehirde. O zaman senin zamanın değil. Bilmediğin mekanın, bilmediğin insanlarının durup beklediği ya da peşine koştuğu zaman senin değil. Senin zamanın sadece senin için geçen zaman. Mekan; içinde bulunduğun mekan.
Zaman ve mekandır hakikat; eğer içinde sen varsan ve senin için akıyorsa saatler.
Zamansızlıktan mürekkep kaygılarım. Uzun bir zamandır geçip gidiyor içimden bu endişe. Geliyor, geri gidiyor. Bir duruyorum, bir koşuyorum. Ama aslında boşa kaygılarım. Henüz zamanın ne olduğunu bilmeden, içten içe kendi yaşına hürmet etmeden olmuyormuş öyle zamanla mücadele. Önce gelip geçene teslim olmak gerekmiş. Önce hayata teslim olmak gerekmiş. Veya hayatın hissedilebilir kısmına; zaman ve mekana. Bilindiğinin aksine soyut değil, yaşamın somut hali olan; zaman, mekan.
Teslim olmak da durup beklemek değilmiş güzel balıkları. Yemesen de sevmekmiş, dokunmakmış onlara. Belki de nereden gelip, nereye gittiğini düşünmeden inanmalı sadece suya. Bilinmeli ki bilmediğin bir şehirde, tatmadığın bir zamanda değil bu su, sana ait olan mekanda, zamanda.

13 Mart 2009 Cuma

Kim Korkar Virginia Woolf'tan?


Hüzün de yağmur gibidir demiş Kadın. Bir kez nasibini aldıysan, bir zerreye bulaşmışsa bedenin; ha bir damla eksik ha bir damla fazla. Bir kez kırıldıysa kristal, parçalarını toplamaya çalışmak anlamsız. Bir kıymık bulunur ve batar parçaları bir süre sonra. Kanarız.
Hüzün de defalarca nükseden bir hastalık gibi bedende. Varlığına yer etmiş bir başka varlık. Bir kez varsa eğer hüzün hep var. Zaman aktıkça başına eklenen kelimelerle; yine hüzün.
İçimde odacıklar var. Uzun zamandır kapılarını açmadığım, açmaya yüzüm olmadığı. İçimde birikmişler var, çoktandır yazamadığım. O kadar çok şey biriktirdim ki yazmak için. Ama elim gitmiyor kağıda kaleme. Ya ben unuttum suratini yazının ya da o darıldı, yüz çevirdi bana. Aramızda bir uzaklık var içimdeki odalarla. En çok da kapılarını kitlemiş ve anahtarların yerini unutmuş olmaktan korkuyorum. Daha kulpunu tutup açmayı denemediğimden bilmiyorum durum ne. Belki de sonuna kadar açılmış kapılar da beni bekliyordur odalar. Şu sıkıntı içindeki tek iyi olasılık bu. Olamaz mı? Olur tabii. Az değil dostluğumuz. Hukukumuzun yüzü suyu hürmetine buyur eder belki beni içeri. Hem özlemiştir hatta. Olası.
Ya da hepten unutmuştur beni. Başka konuklar bulmuştur kendine. Olabilir.
Zaten şu ara -bunun bir ara olduğuna, kısacık bir zaman zarfına tekabül ettiğine inanmak istiyorum- her şey olası hayatımda. Gözümü kapadığımda her an, her şey değişebilir. Bitebilir. Başlayabilir. Var olabilir. Olmayabilir.
Bu beni sokmuyor zaten dara. Olası bir hayatı tercih etmişimdir zaten her daim, olmuş bitmiş bir hayata karşı. Olasılığın olduğu yerde umut vardır. Umudun olduğu her yerde hayatın kendisi.
Ama şu olanlar -ve tabii olmayanlar- karışısında bir "tutum" arayışı içindeyim. Doğru olanın; olabildiğine sakin, sessiz olmam gerektiğini sölüyor bir yanım. Ama diğer bir yanımın bir tutum teorisi olmadığından doğaçlama çalışıyor. Bir oraya bir buraya savrulup duruyorum ben de.
Zamansızım. Zaman ayıramıyorum kendime. Ve içime dönüp kendime bir daha bakamıyorum. Kalem ve kağıt lazım bana bir süre. Sessizlik ve bir de yalnızlık. Dışarıdaki değil ama, içimdeki yalnızlık. Kendime dönmem, yoklamam lazım. Derdim ne bilmem lazım. Sonra bir de dışarıdan bakıp nasıl göründüğümü bilmem lazım. Birikti içim. Anlatmam, anlatırken derdimi görmem lazım. Anlatacak çok şey birikti içimde. Ama ben bunları kendime anlatmaya - artık kendine anlatmak; kabullenmek, anlamak, sahiplenmektir benim için- ne kadar cesaretim var bilmiyorum. Ya da başkalarına anlatmaya ne kadar hevesliyim bilmiyorum. Sıkıntının ne olduğunu bilmek ya da bilmemek arasında bir fark olduğuna emin değilim. Ama çözmeliyim. Kaşımadan, kanatmadan sonra paşa paşa kanımı emmeden rahat etmeyecek dayaklık ruhum.

Dönmeden içime bitmeyecek bu mesele.
Mevsimsiz bir ayda, Mart'ta.
Devletsiz bir şehirde, İstanbul'da.
Hem de kökleri olmayan bir ağacın tepesinde, Tuba ağacında çözmeliyim bu meseleyi.
İçimdeki nedir bilemiyorum. Dönemiyorum içime.
Bir huzursuzluktur ki çözülmez bu gürültüde.