29 Aralık 2008 Pazartesi

Değişmeyen Yeniler

Bembeyaz kar yağdı, ama insanlar hep aynıydı.. Kar bitecek bir zaman sonra, insanlar yine aynı kalacak. Bir yerde kalacağız hepimiz. Ama kar yağmaya devam edecek, sonra eriyip gidecek. Sonra yine yağacak.. Zaman hep gelip geçecek. Herşey geçip gidecek. Biz kalacağız sonra. Yine bizle kalacağız. Zaman zamanlığından asla vazgeçmeyecek. Geçip gidecek. Bir yıl daha bitecek. Yenisi gelecek. Hiçbir şey değişmeyecek ama... Biz biz olduğumuz sürece değişmeyecek.
Yeni yıldan hiçbir şey beklemiyorum ben şimdi.. Ellerim bir başkasının ellerinin içinde kayıp. Sıcacık. Bir huzur var ki içimde tarif edemem. Etmem de zaten, bırakalım tarifsiz kalsın.. Hep böyle kalsın.
Yeni bir yıl umurumda değil hiç.. Zamanın geçmesiyle hiçbir şey değişmez. Aynı mutluluklar tazelenir, aynı acılar şekil değiştirir. Replikleri değişir, dekor değişir ama aşk aynı aşktır, acı aynı acı.
Şimdi içinde olduğum şey değişmesin hiç.. Hava soğuk... Sımsıkı sarılıyorum içimdeki umuda.. Korkuyor muyum? Biraz.. Kapıyorum gözlerimi.. Zaman geçiyor, hiçbir şey değişmiyor.
Bambaşka bir yere gidiyor hayat. Mani olmuyorum. Zamanı daha önce hiç bu kadar dost bellemedim ben. Sonsuz bir barış imzalıyorum onla. Şimdi zaman benim için, benim istediğim gibi akıyor.. Değişmiyor ama hiçbir şey. Ben değişmedikçe değişmez hayat.. Ben çekip gitmedikçe durmaz dünya..
Seviyorum.
Zamanı, hayatı, onu, kendimi. Hiç utanmadan seviyorum hala. Değişmeyen herşeyi seviyorum. Öncesi bitti. Sonrasında sahne sırası.. Kostüm, makyaj, dekor, seyirci herşey hazır. Perdenin açılmasını bekliyordum. Açıldı...
Büyük bir alkış... Lokal ışık

26 Aralık 2008 Cuma

I'm In Love

22 Aralık 2008 Pazartesi

Hamlet Fragmanlar

olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu.
düşüncelerimizin katlanması mı güzel,
zalim kaderin yumruklarına,oklarına?
yoksa diretip bela denizlerine karşı
"dur,yeter" demesi mi?

Eylül ayında olmuşum ben. Ne sıcak ne soğuk, renksiz, keyifsiz bir ayda. Ya gidiş ya da dönüş ayında. Okullar açılırken, yaz biterken. Otogarların, tren garlarının, havaalanlarının en kalabalık olduğu ayda. Ya hüzünlü, ya sıkkın, ya da heyecanlı bir ayda. Bu yüzden sevmem ben doğduğum ayı. Rengini belli etmeyen, ne olduğunu hiç anlatmayan bir ay Eylül. Tastamam gece 03:03'te olmuşum. Hemen herkes uyurken. Evsizler, sarhoşlar, fahişeler ayaktayken. Eylül gecesi o saatte ayakta olan herkesle birlikte. Her bir doğum aynıdır aslında. Başka zamanlarda, başka mekanlarda, başka bir rahimden dünyaya gelen herhangi bir can aynı biçimde var olur. Farklı şartlarda var olmaları özlerinde var olmalarına bir engel değildir. Ben de öyle olmuşum işte. Henüz anne karnında altı ay dokuz günlükken. Yerimde duramayıp çıkmışım. Merak etmişim dünyayı. Doktor elinde aldığında çok korkmuş öleceğimden. Zaten yirmi gün boyunca başka da kimse dokunmamış bana. Öylece geçmiş ilk yirmi günüm yani. Tek başıma.
Dünyaya nasıl veya ne şartta gelirseniz gelin. Şartlar ne olursa olsun doğumunuz doğumdur. O an var olursunuz. O an var olan herhangi birinden ne eksik ne fazla. Herkes sadece o zaman eşit. Bir de ölümde. Arada kalanlardır zaten hayat. Doğum ve ölüm hayata dahil değildir. Onlar eşittir, hayat ise adil değil.
Hayatınızdan yıllar, insanlar, geçerken, nice nice hikayeleri oynarken sizde baki kalan tek şey doğumunuzdur. Herşeye neden olan, herşeyi sağlayan. Kazandıran kaybettiren o andır. Anne rahminden hayatın içine düştüğünüz o an. Sıfırdan başlayarak saymaya başlarsınız sonra nefesinizi. Bitene kadar. Her nefeste bir hayat daha vardır. Bir ölüm, bir doğum. İnsan defalarca ölür, defalarca doğar. Ama bir kez var olur veya yok. Doğum var olmakken bazen ölüm yok olmak değildir. Aldığınız her nefeste yazdığınız hikaye sizi var eder belki sonsuza kadar. O zaman zaferleriniz, hayalleriniz, aşklarınız ve savaşlarınız baki kalır. Gitmek yok olmak değldir. Gitmek gitmektir.
Var olduğum o gün, beni var etme sebeplerini düşünecek kadar zekam olsaydı yirmi gün boyunca neler düşünürdüm? Tek başıma bir metre kare dahi olmayan küvezin içinde aklımdan neler geçerdi? Bunları düşündüm bu sabah. Bu sabah var olduğum günü düşündüm. Tanrı birşey biliyor. Tanrı o gün oyun oynuyor. Tanrı o gün elimize bir isim yazıyor. Biz de hikayeyi. Adımı elime yazdığı o gün ben de ona birşeyler yazmak isterdim. O gün yazmak isterdim. İlk nefeslerimi alırken ve yalnız başımayken.
Ve sen iyi ki oldun.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Bir Takım Şeyler

Çalışıyorum. Gerçekten, şimdilerde ciddi ciddi çalışıyorum. Kapanıyorum.. Deniyorum, okuyorum, çiziyorum. Sokaklara çıkıyorum. Bariz bir adanmışlık var üzerimde. Tiyatro hariç hiçbir şeyle uğraşmıyorum.. Eşle dostla iki kelam edecek vaktim yok. Bütün boş vakitlerimde oyun izliyorum. Dolu vakitlerim okul ve provalar. Hayatım garip bir düzene girdi. Düzensiz biraz. Ama olduğu gibi iyi, dağnık ama düzenli. Odam gibi. Neyin nerede olduğunu biliyorum. Ama muntazam değil. Bu sebeptendir ki kendimdeyim. Kafamı dağıtacak hiçbir şey yok. Bazen durup soluk aldığımda bir robota mı dönüşüyorum diye soruyorum. Ama hayır, hiçbir şeye dönüştüğüm yok. Hayatımın en sağlıklı günlerini yaşıyorum. Erken yatıyorum, erken kalkıyorum. Okuyorum, izliyorum. Şimdi yapmam gerekeni yapıyorum. Kimseyle görüşemiyorum. Bundan çok şikayetçi değilim. Kafamı dağıtacak hiçbir şey istemiyorum. İnsanlar ve onların durumlarıyla bir süre ilgilenmek istemiyorum. Kendi kendimeyim. Gittiğim oyunlara da tek gidiyorum. Sonra dönüyorum, yazıp çiziyorum. Ha bir de çok vaktim varmış gibi resim yapmaya başladım.. Bu yüzden az yazıyorum belki.. Resim yaparak rahatlıyorum. Rahatlayacak bir durum yok gerçi, eğleniyorum diyelim...
Uzun bir zaman sonra ilk kez yapmam gereken şeyleri yaptığımın farkındayım. Farkında olduğum durum bir süre daha böyle olmam gerektiğini söylüyor. Bak mutluluk burda diyor kaçma, dağılma, çoğalma...
Kendimle, kendi kendime barışmayı öğrendim. Savaşı bitirdim içimde. Şimdilik belki. Sadece mutlu olmaya çalışıyorum. Ve zaman geçtikçe beni başka hiçbir şeyin mutlu edemeyeceğini öğreniyorum. Daha fazla belki.. Daha fazla mutlu edemez beni hiçbir şey.. İnsanlar beni daha mutlu edemez. Hayatım bir düzen içinde.. Dağınık, uykusuz, vakitsiz bir düzen. Ama düzen...
Zamana boyun eğmeyi öğrendim. Basit hayatımı abartmamam gerektiğini öğrendim.. Karmaşadan uzak duruyorum. Sessiz sessiz ilerlediğimi hissediyorum. Yolumu biliyorum. Hayattan sadece başarı istiyorum.
Hayatı bir fotograf karesine sığdırmaktansa uzun uzun filmler çekiyorum kafamda. Sonu güzel bitiyor. Ortalıkta görünmüyorum. Saklanıyorum. Az ses çıkarıyorum... Beni başkaları konuşuyor. Evet bunu seviyorum. Egomu okşuyorum. Güçleniyorum.
fotograf: E. Nida Dinçtürk

Yanıyor Sivas


Çok değil aslında, onbeş yıl öncesi. Dört yaşındaydım, hayal meyal hatırlıyorum. Sivas cumhuriyet tarihinin -hatta belki insanlık- en rezil gününe ev sahipliği yapmıştı. Mişli zaman evet.
"Biz oraya elimizde güllerle gitmiştik, savaş için değil barış için gitmiştik" diyor aydınlar sahnede.
Dostlar Tiyatrosu geçen sezondan beri hatrı sayılır bir seyirciyle oynadığı Sivas 93 adlı, belgesel oyunuyla bu Cuma gecesi Cadde Bostan Kültür Merkezi'ndeydi. Mutlaka izlenilmesi, görülmesi gereken bir oyundu. Geçmikmiş de olsa izlemenin rahatlığıyla oturdum yerime. Oturduğuma utandım, sıkıldım, çıkıp gitmek geldi içimden. Böylesine bir rezilliğin yaşandığı ülkede nefes almama utandım. Burada yaşadığıma utandım, bu insanların belki sokakta yanımda yürüme ihtimalinden utandım. Diri diri yakılan insanlar, öldürülen aydınlar, sanatçılar, şairler... Beyni pas tutmuş adamlar, bağnaz algılarını savaş sebebi eylemiş yobazlar... Kusuyordum.
Yaşadığımız ülkenin yakın tarihindeki bu büyük utanç, objektif bir şekilde sahnede. Genco Erkal'ın yazdığı ve yönettiği belgesel oyun Meral Çetinkaya, Yiğit Tuncay gibi başarılı oyuncuların, güçlü performanslarıyla büyük bir etki yaratıyor.. Tek perde olan oyunda bir an olsun dikkatler dağılmıyor, tersine güçleniyor, güçleniyor... İlerleyen zamanla birlikte oyunun gücü de artıyor. Arkadaki ekranda Sivas Katliamı ile ilgili görüntüler ise oyunu fazlasıyla zenginleştirmiş.
Unutma temmuzu silme beyinden
Alevler içinde, yanıyor Sivas
Ölüm emri gelmiş kara beyinden
Dumanlar içinde yanıyor Sivas
Gözümüzün önünde yanıyor Sivas.. Gözümüzün önünde gidiyor nice aydın.. Kapkara beyinler yakıyor yurdun geleceğini.. Gözümüzün önünde oluyor hepsi. Ama birileri farkında birileri değil. Birileri hep görüyor, gözüne gözüne sokmak istiyor bu ülkenin. Gözlerini sımsıkı kapatan ise çok.. Mecburi "provakasyona" aldırış etmiyor halk. Devlet büyükleri acıları paylaşıyor(!) Polis, jandarma yaşanan vahşetin ortağı oluyor. Gözümüzün önünde yanıyor Sivas. Madımak bu ülkenin geleceğinin mezarı oluyor.

Muhlis’in Asım’ın ne suçu vardı,
Dillerinde tevhit Sivas’ı sardı,
Kaldıkları otel onlara dardı
Kara beyinlere kanıyor Sivas
Tam onbeş yıl geçti üzerinden.. Tastamam onbeş yıl. Bugün Madımak otelinin altında kebapçı var. Başımızda aynı zihniyetin adamları. Aynı katiller, aynı insanlar.. Onlarca duruşma, yitip giden insanlar, dinmeyen yaralar, hala cayır cayır yanan Sivas.. Üzerinden gelip geçen zamanda o gün unutmayan, o gün bas bas bağıran bugün de bağırıyor. Değişmiyor bir şey. Geçmişte kalan unutulmaya, üzerine oluk oluk toprak atılmaya devam ediyor... Sahnede yükselen çığlıklar. Yanıyor Sivas, yanıyor! Işıklar kapandı, karanlık heryer.. Kadınlar kaçıyor, türküler söylüyor genç kızlar içerde.. Camlar kırılıyor, atlayan atlıyor, atlayan ölüyor. İçerideki ölüyor. Cayır cayır yanıyor bembeyaz kapler.. Pir Sultan Abdal yanıyor bu kez dörtyüz yıl sonra yine. Öyle bir yangın çıkıyor ki Madımak'ta, yobazlar bir yakıyor, bin yanıyor, bir yakıyor bin alıyor... Yanıyor Sivas sahnede onbeş yıl sonra tekrar.. Yanıyorum oturduğum yerde. Kalkıp kaçmak istiyorum. Öyle gerçekler ki karışmda, öyle cayır cayır yanıyor ki Meral Çetinkaya karışımda. Bağırmak istiyorum. Kurtarın bizi!
Artık konuşulsun Sivas diyor Genco Erkal.. Aslında çok büyük bir konu var diyor, kapamayın gözlerini unutmayın diyor... Öyle güzel diyor ki sahnede. Toplumsal belleğimizin anasını belliyor, hepiniz salaksınız diyor bağıra bağıra.. Hepiniz aptalsınız, balıksınız hepiniz diyor. Aziz Nesin'i anıyor.. Giden otuzyedi canı anıyor. Kaybolan geçmişin, yitip gitmiş geleceğin suratına tükürüyor. Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu'nun yürekli dostlarını, cesaretini alkışlıyorum dakikalarca...
Mutlaka ama mutlaka izleyiniz, utanınız hiç utanmadan.. Yüzünüz kızarsın azıcık.
Rezilliğimizin başlamasına dakikalar kalmıştır. İyi seyirler.

Bugün Git Yarın Gel

İstabul Şehir Tiyatroları'nda yeni bir oyun var; Deri Ceket. Sadece Deri Ceket yok tabii oyunda bir de Hikmet Körmükçü var! Şehir Tiyatroları'nın en sevdiğim, en beğendiğim oyuncularının başında gelen Hikmet Körmükçü her performansıyla kalbimi birkez daha çalmayı başarmış, büyük hayranlığımı kazanmıştır. İyi Geceler Anne, Trendeki Derviş perfomansları kafama kazınmıştı. Ve yine Hikmek Körmükçü... Büyük bir heyecanla gidiyorum oyuna.. Oyun Daha önce Roma Hamamı, Otobüs gibi oyunları da Türkiye'de sergilenmiş olan Bulgar Tiyatrosu'nun çağdaş yazarı Stanislav Stratiev'e ait. Rejisör Arif Akkaya. Oyuncular ise Yiğit Sertdemir, Hikmet Körmükçü, Cengiz Tangör, Can Ertuğrul, Yeliz Gerçek, Ertuğrul Postoğlu, Güneş Doğan, Selçuk Yüksel, Melahat Abbasova, Nevzat Çankara ve Yağız Pala.
Oyunda bürokratik işleyişin labirentinde kaybolan idealist bir öğretim görevlisinin trajikomik durumu anlatılırken, diğer yandan da var olan bürokratik yapı içindeki toplumsal ve bireysel yozlaşma hicvediliyor... Deri bir ceketin, bürokratik bir hata sonucu koyun olarak kaydedilmesi ve bu yüzden Dilbilimci Yiğit Sertdemir'in vergi vermek zorunda kalmasıyla başlıyor.. Bu saçmalığa itiraz etme gafletinde bulunan Dilbilimcimiz kapı kapı dolaşarak "Benim koyunum yok!" diye bağırıyor.. İşin kapı kapı kısmı şahane, çünkü kapılar geziyor. Kapılar çoğalıyor.. Sonra her yol bir kapıya, ve kapının içinde bürokrasinin kölesi olmuş bir devlet memuruna çıkıyor.. Bu kadarı ancak Türkiye'de olur cinsten bir hikaye. Ama hayır hikayemiz Bulgaristan'da geçiyor. Demek ki bu işler böyleymiş.. Bürokrasinin düşük lqsu dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir yurtdaşın çıldırma sebebi olabilirmiş pekala...
Hikmek Körmükçü yine büyülüyor beni. Farklı devlet memurlarını canlandıran Körmükçü, oyunda asalak, kurnaz, idealist olarak karışımıza çıkıyor defalarca.
Dilbilimci derdini anlatmaya kararlı. Benim bir koyunum yok! Sadece deri bir ceketim var..
Yiğit Sertdemir'in başarılı performansı Hikmek Körmükçü ile birlikte oyunun enerjisini yükseltse de genel olarak oyunculukları zayıf buldum.. Bu da yer yer oyundan kopmama neden oldu.. Ama zekice tasarlanmış dekor, bir çok oyuncudan daha fazla enerji kattı olaya. Dürüst olmak gerekirse Yiğit Sertdemir, Hikmek Körmükçü ve dokoru izledim.. Bu yüzden oyun sonundaki alkışlarımın büyük bir kısmı Gamze Kuş'a aittir.
Ülkemizde de sıkça rastladığımız devlet dairesi zorluklarını, kimi zaman trajikomik durumları barındıran, absürd bir dille sahnelenen oyun izlenilmeye değer.. Ama ben sıkıldım biraz.. Bu yüzden de böylesine sıkıcı bir eleştiri yazdım.
İyi seyirler.

17 Aralık 2008 Çarşamba

13 Aralık 2008 Cumartesi

Diva'nın 60. Yılı

insanin ortak kaderi doğum, ölüm ve o aradaki zaman, yaşam...
doğmak, ölmek isteğe bağlı değil...
ölmek, belki bazen.
bize düşen yaşamak. koşullar ne olursa olsun yaşamak... ayakta kalmak...
hadi sıyırttın sıyırttın, hayatta kalabildin zar zor...
uzun yaşamak, bir ayricalık. iyi, güzel...
ama ayakta kalmak, kalabilmek.
ceza! müthiş bir ceza!
ilkokuldaydım, birinci sınıfta. hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım.
karatahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya dönük, ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak...
utanıyorum, midem bulanıyor. ölmek istiyorum.
herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum.
sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum:
kabak çekirdeklerim!
bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim.
mahmut'la (benden birbuçuk yaş büyük ağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor) eve giderken yiyecektik.
evimiz taa tepede, abidin paşa köşkü'nün orada.
bahardı... bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş.
ev yok pek. apartman hele hiç yok. göz alabildiğine tarla.
papatyalar, gelincikler.
hadi be sen de!.. ne diye ölecekmişim... mati'ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken!
şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum.
öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma!
değer mi?..
birşey yap, met'i anımsıyorum, sevgili aziz nesin'i... içim ısınıyor yeniden.
kalk hadi diyorum, durma koş, birşeyler yap. yaşa...
dur diyorlar bir yandan da, koşma... yeter dinlen artık. koşma...
öl artık!
ama çekirdeklerim bitmedi ki daha...

Yıldız KENTER

11 Aralık 2008 Perşembe

Ola-sı


Soğuk. Gri sokaklardan adım adım geliyor, çıkardığı sesler bir flamenko ayakkabısının suda çıkarabileceği cinsten.. Ağaçların arasından dolaşıyor, evlere dokunuyor.. Seksek oyunuyor kaldırımda... Yerdeki izmaritlere karışıyor, bir kuşun kanadına dokunuyor.. Kapımı açıyor yavaşca.. Görüyorum. Önce ayak bileklerime dokunuyor, göbeğimden omuzlarıma... Kulağımı öpüp gidiyor açık pencereden.. Tekrar karışıyor duman kokusuna, kaldırımlara, çamurlara.
Üşüyorum, soğuk. Bedenim küçülüyor. Aynaya bakıyorum... Dudağımda vişne lekesi. Tekrar geleceğini biliyorum.

5 Aralık 2008 Cuma

Haftanın Şarkısı

Pamela- Eğer Dinlersen

Senden hızla kendime kaçarken
Geçmişi bulurum sensizlikte
Gördüğüm şeyler,susturduğum yürekler
Karşıma çıktılar birer birer.
Nice gönül çaldım cevap vermiyor.
Yine dondum kaldım içim sıkılıyor.

Gitme şarap açtım
Vodka da var istersen
Sevdiğim şarkı çalıyor eğer dinlersen...
Sana olan zaafım nefrete dönüşmüş,
Tenler uyuşmuş ruhun kadar
Oyunlar dinmiş,
Sözler sözlenmiş.
Gitmem lazım zaten sigaram bitmiş.

Herşey boş zaten bu ölümlü dünyada.
Kalbimi kırma, duracak bir gün nasılsa...
Kafaları çekip, muhabbet edelim.
Sonra uyuruz ya da , ya da sevişiriz...

Sana aldığım tişörtü hiç giymedin.
Sevdiğim insanları da pek sevmedin.
Ve beni sevdiğini söylerken hep onu istedin.
Zaten benim kim olduğumla hiç ilgilenmedin.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Antigone Ölsün... Geçmişim Kalsın

Sıkıldım... Sıkıldım... Sıkıldım... Yanımda bira içen seyirciler vardı. Bir de bunlar canım ülkemin tiyatro öğrencileri olunca sarhoş olasım geldi. Olayım da unutayım diye. Haliç Üniversitesi Tiyatro Bölümü 2. Sınıf öğrencilerinin Nazım Uğur Özüaydın rejisiyle sahnelediği Antigone oyununu izledik sınıfca.. Sadece sınıf olan biz değildik Haliç Ünivesitesi'nin kasvetli salonunda. Bizimle birlikte İstanbul'un çeşitli okullarında okuyan, çeşitli tiyatro öğrenciler de vardı. Çeşit çeşittik. Hatta salonun tamamını onlar oluşturuyordu.. Seyirciye hiç kızmadım oyun boyu garip tavırlarından dolayı. Tiyatro öğrencilerinin yaklaşık bir buçuk saat seyirci rolü oynayamamasına kızdım.. Garip alkışlar, yerli yersiz gülüşmeler, çıkıp gidenler, telefonlar, gürültüler... Ve tabi kesif kesif burnuma gelen bira kokusu. Oyundan çıktığımda aklımda kalan tek şey Efes Extra'ydı..
Günümüz kelimesi oldum olası yorar beni.. Günümüze uyarlamak, günümüzce yorumlamak. Bir de buna çağdaş, modern kelimeleri eklendiğinde ifrit olmaya sebeptir pekala.. Ama fikir yine de güzeldi. Çıktığımda aldığım derin nefesin sebeplerinden biri de olsa ikinci sınıf öğrencilerinin özverisi, Nazım Uğur Özüaydın'ın cesareti takdire şayandı. Sonuç ne olursa olsun.. Oyunu sevmedim. Ama bu oyunun kötülüğünden değil.. Bilakis benim ukalalığım. Sevmiyorum "günümüze uyarlanılmışları". Sevemiyorum.. Sevsem de Kastamonu şivesi içinde olsun istemiyorum, istesem de Antigone'nin üzerindeki gri tişörtü istemiyorum. Hepsini geçtim cep telefonu görmek istemiyorum. Bırakalım bunlar günümüzde kalsın.. Bırakalım ve bir de diğerini görelim. Onu zaten gördük demeyelim bir de sizden görelim. Güzel popolu kızın elindeki şarap kadehinden daha fazlasını görmek istedim belki. Ya da aksayan ışıklardan fazlasını. Hatta azını görmek istedim. Creon'un kravatını görmek istemedim mesela, İsmene'nin penti çorabını... Yasemen Levy'nin şarkılarının gerekliliğini düşünmek istemedim.. Arada karışımızdaki perdede çıkan ne dediklerinin anlamadığım kadınları da görmek istemedim. Ama onlar göstermek istedi.. Dediğim gibi hepsi benim ukalalığım. Kendimi dışarı atıp, derin bir nefesten sonra sigara yakmama sebep olanlardan biri olsa da oyun, denenen şeye saygı duyulmalı, cesaret ne olursa olsun alkışlanmalı.. Alkışladım tabii.
Ve Antigone... En büyük alkış sana.. Üzerindeki gri tişörte rağmen.
Nazım Uğur Özüaydın'ı da kutlamak lazım tabii ki. Öğrencilerine güveni ve cesareti için..
Sevemiyorum ben günümüze taşınanları.. Geçmişi geçmişte kaldığı haliyle seviyorum. Ama bakmayın siz bana. Gidin ve izleyin. Eminim daha iyi bir şeyle karşılaşıp beni kafanızdan direkt sileceksiniz. En azından bira kokusu olmayacak, ve benim gibi ukala öğrenciler.

"Ölüm Devrimin Maskesidir
"

İyi seyirler.

2 Aralık 2008 Salı

Size Öyle Geliyorsa Öyledir

Kim doğru söylüyor? Peki doğru dedikleri nedir? Gördüklerimiz, duyduklarımız mı? Gerçekten doğru var mıdır peki? Yoksa doğru sadece içimizde olan ve hiç kimsenin bilmediği zaten bilemeyeceği şey mi?
Bizi doğruyu aramaya iten nedir...Kendi doğrularımızı bile ancak ve ancak istediğimizde görebilecekken ne diye başkalarının hayatlarına burnumuzu sokar, onların doğrularını ararız.
Bizim için gerçek hangisiyse, doğru odur. Gerçek doğrunun hangisi olduğunun ne önemi var. O doğrunun, gerçeklik payı mıdır bize güven veren?
Böyle diyor "Size Öyle Geliyorsa Öyledir"

Şık bir salon zevkle döşenmiş mobilyalar, sade tüller. Ve bu salonda birbirinden şık adamlar, kadınlar...
Yeni olmak zordur. Yeni,keşfedilmek üzere lanetlidir.Bambaşka bir şehirde, bambaşka insanların anbean hayatınızın içine girmesine asla engel olamazsınız. Hele ki bir sırsa en mahreminiz, yepyeni ellere,seslere hazır olmak zorundasınız.
Ne Panzo'nun harap olan kimliğine aldırış edildi ne de Frola'nın anneliğine. Peki neydi onların sırrını bu kadar ayyuka çıkaran şey?
Merak. Hiç çekinmeden ötekinin hayatına burnumuzu sokarız. Tepemizde Lamberto Laudisi gibi alay edenler, size ne diyenler olasa da. Bir gerçek vardır ve bu gerçeği bilmek zorundayızdır. Her şeyden daha çok.

Modern tiyatronun kurucularından sayılan Nobel Ödüllü İtalyan yazar Luigi Pirandello'nun komedisi İstanbul Şehir Tiyatroları'nın, Engin Gürmen rejisiyle sahnelenen yeni oyunlarından.

Özhan Özdil'in hazırladığı sade ve şık dekor öncellikli olarak dikkatimi çekiyor. Fakat sade sahneye karışılık, çok büyük perdeler kullanılması, geride kalan yaratıcı kapı ve fonu sönük bırakmış. Bu arada dekorun bir bölümünün seyirci arasına yerleştirilmesi, seyirciyle ilişkili metni destekleyen bir unsur olarak başarılı.Aysel Doğan'ın imzasını taşıyan kostüm ise gerçekten takdire şayan. Şık, yaratıcı ve uyumlu. Tekrarlanan sahnelerde, oyunun genel temposuna uygunsuzluğuyla beni rahatsız eden klasik bir müzik var. Saç ve makyajda ise özenilmişlik göze çarpıyor. Kadınların şıklıkları, başarılı makyaj ve saç kesimi ile desteklenmiş.
Yaş ortalaması yüksek, deneyimli oyuncuların yer aldığı oyunda Kubilay Penbeklioğlu (Lamberto Laudisi) , Nilgün Kasapbaşoğlu (Bn Sirelli) beğendiğim oyuncular. İki oyuncuda yeterki kadar doğaldı. Kubilay Penbeklioğlu'nun sürekli seyirciyle ilişkili olması, oyunun seyirciden ulaştığı sahnelerde bir cankurtaran görevi gördü. Nilgün Kasapbaşoğlu ise başarılı performansıyla seyirciden yeterli reaksiyonu aldı. Diğer oyuncuları vasat buldum ne yazık ki. Abartılı veya tutuk oyunculuklar oyunun ritmini bozdu. Oyunculuk açısından ikinci perde daha başarılıydı.

Böylesine başarılı bir metin yönetmen Engin Gürman'ın işini kolaylaştırmış. Deneyimli yönetmen ise oyunun mesajını sık sık tekrarlamayı seçmiş. Aslına bakarsanız çok rahatsız edici bir unsur değil. Fakat etkileyici final sahnesi, oyunun başından sonuna kadar söylenen sözlerle bitmeseydi veya bu sözlerin üzeri oyunun başlarında biraz kapatılarak seyircinin düşünmesine zaman verilseydi daha başarılı olabilirdi. Mesaj başta verilerek seyircide sadece "merak" duygusu bırakıldı. Oysa başta verilen mesajla, oyunun sonunu anlamak hiç de zor değil.

Panzo mu deli yoksa Frola mı? İkisinden biri yalan söylüyor ama hangisi?Bunu herkes, herşeyden daha çok merak ediyor ama neden? Bir doğru olmalıydı ve ikisinden biri bize gerçeği söyleyebilirdi. Ama onlar ne kadar "gerçeği" söylese de biz inanamadık. Çünkü biri siyah derken diğeri beyaz diyordu. Doğruyu bulmak zorundaydık. Biri yalancıydı. Yalancı deli.

Peki bir "gerçeğe" ihtiyacımız var mıydı? Bizim için hangisi gerçekse doğru da o değil miydi? Benim gerçeğim benim doğrum, sizin gerçeğiniz sizin doğrunuz. Bu şık ve uyumlu salonda, en zevksiz en karmaşık kısmı vardı hayatın. Gerçekler ve yalanlar yani doğrular. Aynada kimi görüyorsak, gerçek o değil miydi? Tek gerçek vardı o da doğruluğuna inandığımız...
Biri deli olmalıydı. Bazı yalanlar, en gerçekten daha doğru olmak zorundaydı. Acaba herkes deli miydi? Yoksa hepimiz deli miyiz? Size öyle geliyorsa öyledir...

İyi seyirler...

1 Aralık 2008 Pazartesi

Boş zamanlar, boşluklar, içini doldurmaya çalıştığımız anlar, bir var olup bir yok olan yüzler. Kış geldi. Haydi kapanalım hepberaber içimize. Battaniyeleri çekelim üstümüze sevdiğimiz filmleri izleyelim. Yalnız kalalım.. Şimdi doldu ucunda kıyısında çok az kalan boşluk da. Şimdi doldu, tam. Sessiz sessiz, damla damla biriktirdim. Kış gelmişken doldu. Tam zamanında doldu.
Bir hikaye anlatacaktım içinde üçüncü tekil şahısların olmadığı. Mışlı geçmiş zaman hem de. Yaşanmış ve bitmiş. Yaşanması ve bitmesi gerekmiş.. Mış miş...
Çantamdaki kitaplar gün geçtikçe artıyor.. Kendimi kitaplara kapadım. Şimdi hayatımın merkezinde Eric Moris ve "duyu belleği" var. Eric Moris, unutmayın diyor. Unutmuyorum.. Bugün bu teknik üzerine çalıştım.. Moris'in dediklerini bir bir yaptım. Belleğimi zorladım. Önce kokusunu çağırdım, sonra ellerini, sonra sesini duydum. Doğru söylemiş.. Hepsi tastamam oldu..
Neden, nasıl, niçin? Bunların hepsini sor diyor.. Soruyorum. Acaba bunları yazarken ne amaçlı kullanacağımızı biliyor muydu. Masum oyunculuk teorileri hayatı çalkalamak için kullanılırsa ayıp mı olur. Bilmem, belki.
Bakınız Aralık geldi.. Kafamın karışıklığı çok belli oluyor mu?

ps: vizeler sonrasında en iyi Shylock performansına sahipmişim. U. Hocam dedi bugün.. Kötü olmamıştı ama böyle bir şey de beklemiyordum. Eyvah eyvah dedim sonra demek millet o kadar vahim.. Kötülerin iyisi olmak işime gelmiyor.
hayır ukala falan değilim! :)