30 Mart 2009 Pazartesi

Non, Je Ne Regrette Rien


Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
Ni le bien qu'on m'a fait
Ni le mal tout ça m'est bien égal

Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
C'est payé, balayé, oublié
Je me fous du passé

Avec mes souvenirs
J'ai allumé le feu
Mes chagrins, mes plaisirs
Je n'ai plus besoin d'eux

Balayés les amours
Avec leurs trémolos
Balayés pour toujours
Je repars à zéro

Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
Ni le bien, qu'on m'a fait
Ni le mal, tout ça m'est bien égal

Non! Rien de rien
Non! Je ne regrette rien
Car ma vie, car mes joies
Aujourd'hui, ça commence avec toi

27 Mart 2009 Cuma

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü


Ben bir tiyatro oyuncusuyum. Bütün dünyam tiyatrodur. Gücümü sahne ışıklarından alırım.

Ben bir sahne işçisiyim, bir ağır işçi. İşim gereği gece-gündüz çalışırım; buradan sizlere en güzel, en doğru, en çağdaş ve gerçekçi bir oyunla ulaşmak için. Bir oyun, bir oyun daha, bir oyun daha… Böyle mutlu geçen ömrüm, yeter ki siz burada olun ve birlikte kotaralım oyunumuzu. Birlikte gülelim, birlikte ağlayalım, birlikte coşalım, şaşalım, sevinelim ve birlikte düşünelim. Oyunun sonunda tiyatronun o vazgeçilmez gizemi içinden, alkışlarınızla, birlikte uyanalım. Güzel bir oyun sonrasının tatlı yorgunluğu içinde zevkle göz göze gelelim.

Bu gece oyunumuzu her zaman olduğu gibi gene sizin şerefinize oynuyoruz ve 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nü birlikte kutluyoruz. Bize katıldığınız için sonsuz teşekkürler.

Şimdi biraz dertleşelim: Son yıllarda Türk Tiyatrosu adına olumlu-olumsuz pek çok konuşmalar yapılıyor.

Kimileri seyircinin giderek düzeysiz komedilere şartlandırıldığını, hele hele özel tiyatroların, gişe kaygısı nedeniyle, ucuz prodüksiyonlarla yetinmek zorunda kaldıklarını, bunun da sanatsal bir erozyon olduğunu savunuyor. Kısmen doğru olabilir ama, tüm yokluklara karşın sanat heyecanı ile hala perde açabilen özel tiyatro yapımcılarımızın ve sanatçılarımızın verdikleri mücadele göz ardı edilemez.

Bazılarıysa, “Güldürü, güldürü, güldürü!” diyor. “Seyirci artık gülmek istiyor, düşünmek istemiyor”diyerek seyircilerimizi küçümsüyor.

Gene bazıları da, “Maaşlı memurdan sanatçı olmaz” diye ödenekli tiyatrolarımızı hedef alıyor. Oysa onların “ana tiyatro” niteliğini ve Türk Tiyatrosu’nun kurucusu olduğunu unutuyor. Oradan yetişen birbirinden değerli büyük sanatçıların varlığını görmüyor.

Bazı güzel insanlar da başlangıçtan bu yana Türk tiyatro sanatçılarının içinde çok büyük yetenekler olduğunu savunuyor ki aynı kanıdayım.

En ilginç olanı da, bazı çok bilirler, “Artık hiç kimse tiyatro yazmıyor, tiyatro yazarlarımıza ne oldu?” diye bir yanılgıdan yola çıkıyor. Bu çok önemli; çünkü yazarsız tiyatro olmaz. Bence bunu birlikte çözeceğiz, ama önce yazarlarımızı dinleyerek. Çünkü çok değerli ve büyük tiyatro yazarlarımız var.

Bu arada bazı tiyatro severlerimiz, “Ah nerede o eski tiyatrolar! O eski oyunlar, o eski tiyatro sanatçıları!” diye yerinip yerinip duruyor. Oysa çevreye dikkatle baksalar gençleri görecekler. Bir değişimin, bir gelişimin yaşandığını fark edecekler. Genç tiyatrocular iş başında!… Hepsi de yetenekli, yürekli ve cesur. Bir araya gelip kendi özgün tiyatrolarını kuruyorlar. Yazıyorlar, oynuyorlar ve devamlı perde açıyorlar. Ben onlara “safkan tiyatrocular” diyorum. Ve gene diyorum ki, günümüzün sanal ortamlarına karşın, Türk Tiyatrosu tüm gerçekliğiyle dimdik ayakta. Yeni ve çağdaş bir Türk Tiyatrosu hızla kendini bütünlerken, taptaze ve kararlı bir “jön Türk” tiyatronun müjdesini veriyor. Çoğu tabuları yıkan bu özgür soluklu tiyatronun temelinde insanoğlunun gerçekleri var. Ama her şeyden öte, ülkemizin ve ülkemiz insanının iç güzelliği, kadirbilirliği, kaderciliği ama, en umutsuz anlarda bile, o şaşmaz iradesi, kararlılığı ve sağlamlığı var.

“Sanatçı alnında ışığı hisseden insandır,” diyor BÜYÜK ÖNDER… Bizler o ışığı sizlerden alıyoruz. Ve dünya durdukça, kim ne derse desin, her söze verilecek en doğru cevap buradan olacaktır, tiyatro sahnelerinden. Çünkü sizler buradasınız.

O halde çalsın son ziller!… Açılsın perdeler!

Nedret Güvenç

22 Mart 2009 Pazar

Masal

Mucizelere inanmazdım ben, eğer doğmamış olsaydım. İnsan ki dokuz ayda varoluyor ve bilinmez bir yolculuk sonunda, bilinmez bir zamanda yok oluyorsa vardır mucize. İnsanın kendisidir mucize. Hayalin ta kendisidir mucize, aynı zamanda hakikatin. Zaten uzak mıdır ki hayalle hakikat birbirinden. Hayalin olmadığı yerde nerede buluruz hakikati. Güneş doğmasa ay batmaz mı? Ya da ay batması için gerekmez mi güneşin doğması? Bir yaz gecesi ay ile güneşi yüzyüze görüyorsak gökte, uzak mıdır hayalle hakikat birbirinden?
Yazabildiğim kadar çok yazdım. Yazabildiğime yazdım, zamanla. Başarmak için değil ama, hayatımı kolaylaştırmak için yazdım. En zor anımı yazdım. En çıkmaz sokaklarımı aradım yazıda. İyi veya kötü yazdığımı düşünmeden, yarın kaygısı olmadan yazdım. En büyük telaşlarımı yazdım, hiç telaş duymadığım yazıda. Yazı değil midir ki mucizenin hası. Kurduğum her cümlede bir mucize gerçekleştirdim, kurulan her cümlede gerçekleşen başka mucizeleri okudum. Bu mucizeyi hem okudum hem yazdım. En çok da bir masal yazmak istedim; hayallerin en hayali, hakikatin kendisi...
Dilimin ucuna, oradan kaleme hep bir masal düşsün istedim. Bu masalın gelmesi için
yazdım..
Herbir mucizeyle yeniden bir masal başlar, biten her mucizede hakikatin kendisi yaşar. Ancak bir masal fısıldar hayatın tüm hakikatini. Ve ancak bir masal hatırlatır bize hayatın koca bir hayal olduğunu..
"Bilinmez bir zamanda, bilinmez bir çocuk yaşarmış. Odasından çıkması yasakmış. Hayal kurmak harammış. Yasakların en yasağı, haramların en günahıymış çocuğun rüyaları. Ne bu oda varmış gözünde ne hakikatmiş gerçeği. Çıkıp gitmek istemiş hep, koca koca bulutlarda, uçsuz bucaksız deryalarda yaşarmış. Hayali hakikatiymiş. Hakikati koca bir hayal.
Bir ateş düşmüş içine. Nerden gelip nereye gittiği bilinmeyen bir ırmak akmaya başlamış yüreğine. Buz gibi suları dondurmuş kalbini. Buz kesmiş. Koca bir hayalmiş bu ırmak. Yalandan balıklar, sahtekar balıkçılar tarafından avlanmış. Çorak bir araziden farksız kalmış. Tek başına akmaya, zamanla buhar olmaya, seneler sonra kurumaya başlamış. Gürül gürül akan ırmaktan bir sızıntı belli belirsiz geçer olmuş.
Hakikate geri dönmek istemiş çocuk. Hayatın kendisine. Zamanla ilk kez orada tanışmış. O hayalindeki ırmakta kapamışken gözlerini, hakikat durup beklemeden, soluklanıp dinlenmeden koşmuş...
Ne hayaline geri dönebilmiş, ne hakikatte kendine yer edebilmiş. Zamanla yalnız kalmış her mahluk gibi. Yalnızlığın köhne sokaklarında bir başına kalmış. Hayale gitse umduğunu bulamamış, hakikate gitse kendini bulamamış. Aitsizlikle orada tanışmış. Ne hayalmiş mesken edeceği ne de hakikat. Bir arafta sıkışmış kalmış.
Peki neymiş içine düşen ateş? Neyin uğruna kaçmış hakikatten? Tanrı'nın gönül bahçesine ektiği bu tohum hangi çiçeğinmiş?
Bir arafta sıkışıp kalmışken orada, kendi gibi yolunu kaybetmiş başka çocukları görmüş. Yalnızlıklar ülkesiyle böyle tanışmış. Bir de bakmış ki sağı solu, önü arkası çocuk. Tüm çocuklar buradaymış. Bir kendisini bilirmiş hayalde tutunamayıp, hakikatten kovulan. Bir kendisini bilirmiş yalnız. Bir kendisine yasak değilmiş meğer odasından çıkmak, hayaline varmak. Bu ırmağı da kurutanları böylelikle tanımış olmuş.
Bir çocuk görmüş öteden. Tıpkı kendi. Pırıl pırıl bir gölde aksini görmüş gibi irkilmiş. Karışısına dikilmiş kendisi, öylece bakmaktaymış.
Gülmüş çocuk, diğer çocuklar da gülmüş.
İçine düşen ateş bu muymuş? Peki neymiş de bu eminmiş şimdi hem de bu arafta içindeki ateşin bu olduğuna. Avuçları terlemiş. Gitmiş yanına çocuğun.
- Bir ben bilirdim kendimi; günahkar, yalnız. Bir ben kovuldum bellerdim cennetin bahçesinden. Demiş.
Çocuk hiçbir şey söylememiş. Terleyen avucunu açmış. Çocuk gözlerinin önündeki avuca koymuş elini. İçindeki ateş sönmüş, kül olmuş anbean. Terlemiş iki avuçla birlikte tekrar akar olmuş ırmağın suyu..
İşte o zaman bilmiş içindeki ateşi; hakikatten kaçıp, hayallerde aradığı ateşi; aşkı. İlk kez o zaman bilmiş aşkı. İlk kez o zaman bilmiş hakikatin hayalden farksızlığını. Tanrı'nın tüm mahluklarının bu arafta sıkışıp kaldığını.
Üç elma düşmüş sonra gökten.
- Neden? demiş çocuk. Neden düşer bu elmalar gökten?
- Çünkü bu masal. Demiş çocuk,avucu su dolu.
- Peki demiş çocuk. Peki neden düşmedi bizim başımıza.
Çocuk güzel gözlerini dikmiş çocuğun gözlerine.
- Farzet ki bizim başımıza düştü. Hakikatten bize ne? "


Üç elmanın düşmesiydi masalın sonu. Kimin başına düştüğünün ne önemi vardı ki.
İşte bir kez de böyle inandım hayatın mucizesine. Hep yazarken inandım. Bir gün bir masal yazdım. İçimdeki ateşle tanışınca. Elim yanınca aşktan. Telaşım bitince, durulunca, huzuru bulunca. Bir mucizeye inanmakmış hakikat. Mucizenin bittiği yerde başlarmış hayal.
Bir masal yazmak istemiştim bundan yıllar önce. Hep bir masalım olsun istemiştim. O zaman bilmiştim tüm hakikatin masalda olduğunu. Şimdi biliyorum bir aşkın mucizeden farksız olduğunu. Ve ancak bir aşk yazdırırdı muzicelerin en büyüğünü; masalı.
Ve üç elmanın düşmesiydi masalın sonu. Kimin başına düştüğünün ne önemi vardı ki?

20 Mart 2009 Cuma

Aşk


Ya ortasındasındır AŞK’ın merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde...

19 Mart 2009 Perşembe

Kadın Şehir

Bir Şehir kendine hem aşık hem düşman edecekse; bu ya İstanbul olmalı ya da yok olmalı. Fatih'in yirmibir yaşında gönlüne, gönlünden avucuna düşen bu şehiri yirmibir yaşımda görmek istemiyorum. Gitmek istiyorum. Kurtulmak. Üstüme üstüme gelen arabalar, çirkin binalar, medeniyetin beşiğinde bir gıdım medeniyet aradığım insanlar, yağmur, çamur ve nicesi. Adımımı attığım anda bu şehrin sokaklarına içimden öfke, dilimden küfür eksilmez oldu. Ama aptal bir aşık gibi seviyorum bu şehiri. Platoniklerin en aptalı. En saçması. Bile bile lades bu şehri sevmek. Çünkü sevmiyor bu şehir bizi. Senebesene öfkesini arttırdığımız şehir kusuyor vargücüyle üzerimize. İtip kakıyor bizi, püskürtüyor. Gidin diyor. Kaderime boyun eğmek ve gitmek istiyorum. Vazgeçmek istiyorum bu sevdadan. Ama bileklerimizden bağlamışlar bizi boğaza. Gitmek zor bu şehirden. Gözü karartıp geriye bakmamak zor. İstanbul'u herhangi bir şehirden ayıran, başka yapan şey kadın olmasıdır. Diğer tüm erkek şehirlerden farklı olarak kadındır İstanbul. İçinde sevginin, umudun zerresini barındırmayan, yüzyıllar boyu daha da çirkinleşmiş bir kadın. Dünyanın en kaprisli, en çekilmez, en kibirli ve en aşık olunası kadını. Yalancı güzelliğiyle yalandan umutlar dağıtan kadın.. Bir kez avlusuna adım attın mı ne kadar oraya ait olmasan da diyarın olan kadın. Tüm kötülüklerine karşı terkedilemeyen kadın. Tüm ihanetlerine boyun eğilen kadın. Terkedilmesi zor kadın.. anbean başka bir çocuk doğuran, gitmeni engelleyen kadın. Umutlarını biriktirdiğin kadın. Her şeye rağmen sokaklarını sevdiğin kadın. Pis kokusu efsunlu kadın.
İstanbul’da bir sevdiğin varsa,
üstüne üstlük bir de İstanbul’u seviyorsan eğer,
Ne kadar uzağa gidersen git ve nasıl bir hızla,
gene de kurtulamazsın
bu şehirle cebelleşmekten rüyalarında…

Kim Korkar Virginia Woolf'tan? 4


İçimde adını bilmediğim bir adam var. Huyunu suyu ezberimde olan, neye nasıl tepki vereceğini adım gibi bildiğim bir adam. Sadece adını bilmediğim. Ha bir de ne zaman, ne yolla içimi kendine mesken ettiğini bilmediğim. Bildiğim tek şey "nasıl" bir adam olduğu. Telaşlı, çekingen, endişe üzerine endişe biriktiren, yarın kaygısıyla yaşayan, metanetsiz, vefasız. Bu ben değilim dediğim ve ona isim aradığım adam. İçimde büyüyen adam. Bir de üstüne tembel ve mutsuz. Bir insan hem tembel hem mutsuz olmamalı. Ya da hem tembel hem de tembel olduğu için mutsuz olmamalı. Bu adam öyle ama. Hem tembel hem mutsuz. Kadının biri -en sevdiklerimdendir- İçimdekini denize gönderdim. Mutluyum şimdi dedi. İçimdeki adamı denize bırakmak istiyorum ben de. Artık veda vaktinin geldiğine inanıyorum. Yine beklerim, hep gel demeden yollamak istiyorum. Sahte bir el sallama ile. Göndermek istiyorum onu. Canımı sıkıyor. Bana ait olması, benden olması hatta korkarım ben olması canımı sıkıyor. Göndermem lazım onu. Arınmam lazım. Bahar gelmiş olmalı. Ya da geliyor olmalı. Ben bunu hissederken dışarıda kar yağması -Mart'ta- Tanrı'nın espri anlayışına hayranlığımı arttırıyor. Bahar gelmiş olmalı. Çünkü birçok insanın aksine baharın gelmesiyle canlanmam ben öyle. Tersine içime kapanırım. Arınırım kendimden. Düelist bir inancım olsaydı cehenneme giderdim sanırım. Ama yeniden doğma zamanım böyle benim. Kaygılarımdan arınmam demek bahar. Sessizleşip, durulmam. İçimdeki adam gitmenin sinyallerini veriyor şu günlerde. Haftalardır başta sevgilime, arkadaşlarıma, aileme ama en çok da kendime çektirdiğim nerden gelip bana ne yaptığını anlamadığım bunalım gidiyor. Sakinleşiyorum. Şimdi ben Mart bitiyor desem sebebini buna bağlasam yalan mı söylerim? Hayır. Mart gidiyor. Arınıyorum ondan. İpek bir eşarp gibi düşüyor Nisan. Zaman geçerken adam gidiyor, sessizleşiyor içim. Bitti mi? Bitmedi henüz. İçimde hala nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen bir sıkıntı var. Bitecek ama, hissediyorum. Duruldum. Dışarıda kar yağıyor, benim içim ısınıyor. İçimdeki gürültü biterken, zaman beni şaşırtmaya devam ediyor.

15 Mart 2009 Pazar

Kim Korkar Virginia Woolf'tan? 3

Ekonomik kriz, iş, para, serbest piyasa ve daha niceleri beni boğuyor. İçinde bu kelimelerin geçtiği hiçbir cümlede bir söz çıkmıyor ağzımdan. Kendime ait ilkel fikirlerim var ama paylaşmıyorum. Ne zaman böyle bir muhabbetin içinde bulsam kendimi ne kadar doğru bir meslek seçtiğimi bir kez daha anlıyorum. Yirmime gelmek üzere olduğum şu zaman zarfında buna eminim. Sanırım tiyatrodan başka bir iş yapamam. Geriliyorum parasal muhabbetlerden. Eğer tiyatronun içinde kendinize bir yer arıyorsanız para muhabbetlerinden muafsınızdır. Zira tiyatroda para YOK. Paranın geçmediği tek ülke Tiyatroistan. Siz ne kadar paradan bahsetmeye çalışırsanız çalışın öyle bir kavram olmadığı için nafile çabalarınız. Eğer bu mesleğe aşık olmuşsanız bir kez bedava köleliğe da razı olmuş oluyorsunuz. İşin ilginç tarafı ise bundan gayet keyif alıyorsunuz. Kuzenim başarılı bir iş adamı. Yıllar yılı çalıştığı sektörde yükseldi. Kısa bir dönem Londra'da yaşadı ve orada kurduğu bağlantılarla İstanbul'da bir ofis açtı. Ben de diğer kuzenimle ofise gittim bugün. İkisi de fena halde müteşebbis olan kuzenlerim karışısında bolca kahve ve sigara içtim. Bir de üstüne şiştim. Bitmeyen telefon trafikleri, yapılan planlar. Anlamaya çalıştıkça uzaklaştım. İşin trajik kısmı ise iki kuzenim de aynı mesleği yapmakta ve başarıyla sürdürmekte. Ben ise onların başarıyla sürdürdükleri mesleklerinin üniversitede eğitimini gördüm. Turizmin her dalından sınavlara girdim, incelemeler yaptım, tezler yazdım. Gelgelelim zerre kadar tutmadım aklımda. Hepsini final kağıdıma bıraktım çıktım. Pişman değilim. Mezunum. Şimdi asıl istediğim bölümü okurken, hiç istemediğim bölümden uzaklaştıkça uzaklaşmışım. Arada dönüp bana sordular. Çünkü ben ayıptır söylemesi dört dönem Turizm Hukuku dersi aldım. Ama aklımda kalan tek şey plajlara 200 m'den yakına yerleşim alanları yapılmaması gerektiği. Ki ben üniversite hayatımda iki yıl plajda oturdum. İçten içe sırıttığımdan kaldı bu aklımda. Gerisi puuuff. Bir kuzenim soruyor; peki bu hukuksal olarak nasıl bir engele takılır? Diğeri ekliyor; peki turizm bakanlığı onay vermezse? Diyemiyorum ki; ben zerre kadar anlamıyorum ki bu işten. Zaten neden okuduğumu dahi bilmiyorum. Muhtemelen kendime güvensizliğimden ve kararsızlığımdan. Benim için iş sizin için hiç iş olmayan iş. Sizin iş ise benim için hiç. Bunun yerine aklıma kalmış birkaç teknik şey sallıyorum bolca dolandırarak. "Gerçek hayatta" iş değeri gören hiçbir işte başarılı olamam biliyorum. Ticaret yapsam kazıklanırım, doktor olsam duygulanırım, avukat olsam huylanırım, devlet dairesinde çalışsam çıldırırm. Belki de net olarak kendimi bildiğim tek konu bu. Sakalımı kesemem öyle hergün. Biliyorum. Biliyorum da diyemiyorum öyle her yerde. Kendime ait en iyi bildiğim konu da hiç konuşamadığım bir mevzu böyle.

yol ayrıldığı vakit

Tanrı'nın adama verdiği süre bitmişti. Belki de herkes bir kez tadacaktı gerçek aşkı. Buna hayvanlar da dahil. Bir kez karışımıza çıkacak, tarifsiz bir mutluluk ve bütünlük bırakacak ve zamanı gelince gidecekti. Mutlaka gidecekti belki. Belki de bütün aşklar, herkese gitmek için gelecekti.
Yol ikiye ayrıldığında adamın geleceği de ikiye ayrıldı. Bir başkasını tam merkezine koyduğu bütün duyguları ikiye katladığı geleceği. İkiye ayırdığı geleceği. Gelecek artık yarı yarıya eksilmişti yol ayrıldığında..
Onun mezun olduğunu hiç bilemeyecekti mesela. Neler hissettiğini. İlk işine başladığı günün heyecanını onunla paylaşamayacaktı. Cumartesi akşamı film izleyemeyecekti onunla. Veya ilk evini onunla birlikte kuramayacaktı. Tek tek alamayacaktı eşyalarını, onunla. Annesi öldüğünde onun boynuna sarılıp ağlayamayacaktı. Yazılarını ilk ona okutamayacaktı bundan sonraki zamanda. Başarılarını onunla paylaşamayacaktı veya başarısızlıklarında ondan güç alamayacaktı.
Yarım kalmıştı geleceği yol ayrımında. Yol ayrıldığı vakit ömür yarı yarıya azalmıştı sanki. Zaman dört nala hızlanmıştı.
Belki bir başkaları paylaşacaktı kalan yarı ömrünü. Onun yanında kim olduğunu, kimlerle gülüp, kimin omuzunda ağladığını, aynı yastığa kiminle baş koyduğunu düşünecekti geceleri. En yalnız kaldığında, kendine ait bir kuytu bulduğunda onunla yaşadıklarını anacaktı. Kaybettiği yarım ömrünü. Özleyecekti onu. Herkesten ve her şeyden çok. Ne kadar birleştirse de kaderin sokaklarını ve her çıkmaz yolu kendine güzargah bellese de hep onsuz kalacaktı.
Bundan sonra kalan zamanın iki adı vardı; bundan böyleki hayatı, ondan sonraki hayatı veya onsuz hayatı.
Bir evi olacaktı elbet. Farkında olmadan onunla bir evi olsaydı nasıl olursa öyle düzecekti. Onun sevdiği gibi. İçinde kim olduğunu önemsemeden. O, o eve hiç girmemiş ve girmeyecek olsa da onun olacaktı. Zaman onsuz akıp giderken, mekan sadece ona ait olacaktı. Onun bıraktığı yerde, ondan kalan izde.
Yol ayrıldığı vakit Tanrı'nın verdiği süre dolmuş olacaktı. Boyun eğecek, teslim olacaktı ışıkta. Ama bulduğu her karanlıkta onu özleyip,onun için ağlayıp, her bir hücresinde onu anacaktı. İz bıraktığı, dokunduğu her yerinde kalan onun kokusunu koklayacaktı.
Yol ayrıldığında ömür de durup beklemeyecek ikiye ayrılacaktı. Bir parçasını alıp götürecekti giden. Bir parça hüzün kalacaktı adama; ömür boyu avucunda sakladığı.

14 Mart 2009 Cumartesi

Kim Korkar Virginia Woolf'tan? 2


Zamanımı boşa harcamak en büyük meziyetim. Bir zaman katiliyim. Hayatım uyuşukluk ve pervasızlık arasında sıkışıp kalıyor. Ve de çok memnun bu daralmışlıktan. Keyfine diyecek yok. Sürekli ertlediğim işlerim ve kendimi yorgun, yoğun hissedişlerim var. Zaman; suçu bağışlanması mümkün olmayan bir savaş suçlusu; asılmaya mahkum. Duran yanım her dem durmaya, durdukça kök salyama, kök saldıkça daha da ağırlaşmaya başlıyor. Durduğu yerde duruyor. Bundandır her dem yorgun olmam, bitap düşmem bomboş geçen günün sonunda. Beni yoran da bu boşluğun, boşalığın kendisi. Bir de kendimi ikna etsem bu hususta, durup beklemeyi unutacak bedenim.
Oysa zaman kavgası yiyip bitiriyor içimi. Koşan yanım hep kavgalı zamanla. Beynimin içinde kelimeler, işler, hikayeler, insanlar dönüp duruyor. Bir panayır yeri bilinçaltım. Gürültüsü bol, kalabalığı sürekli. Duran yanım ve koşan yanım çekip duruyorlar her bir uzvumdan. Durup durup koştuğumdan çabuk kesiliyor nefesim. Nefesim kesildiğinde de pervasızlığım giriyor devreye. Zaman ki akıp giden bir nehir. İçinde türlü türlü mahluklar barındıran. Tutup karınını doyurması da güzel, izleyip keyiflenmesi de.
Doğrusu yok bu işin. Hayatı kaçırmamak, peşinden koşmak, zamanla kanlı bıçaklı olmak, anları biriktirip anılar yaratmak güzel. Durup beklemek, bekledikçe pişmek, piştikçe hayatı tatmak, sessiz sakin varoluşa boyun eğmek de güzel. Doğrusu yanlışı yok.
Zaman ve mekandır hakikat. Ya da hülyanın ta kendisi. Aslolan zaman içinde zaman, mekan içinde mekan. Senin olan, sana ait mekan.. Senin bilmediğin, tik taklarını işitmediğin bir saat daha dönüyor bilmediğin bir şehirde. O zaman senin zamanın değil. Bilmediğin mekanın, bilmediğin insanlarının durup beklediği ya da peşine koştuğu zaman senin değil. Senin zamanın sadece senin için geçen zaman. Mekan; içinde bulunduğun mekan.
Zaman ve mekandır hakikat; eğer içinde sen varsan ve senin için akıyorsa saatler.
Zamansızlıktan mürekkep kaygılarım. Uzun bir zamandır geçip gidiyor içimden bu endişe. Geliyor, geri gidiyor. Bir duruyorum, bir koşuyorum. Ama aslında boşa kaygılarım. Henüz zamanın ne olduğunu bilmeden, içten içe kendi yaşına hürmet etmeden olmuyormuş öyle zamanla mücadele. Önce gelip geçene teslim olmak gerekmiş. Önce hayata teslim olmak gerekmiş. Veya hayatın hissedilebilir kısmına; zaman ve mekana. Bilindiğinin aksine soyut değil, yaşamın somut hali olan; zaman, mekan.
Teslim olmak da durup beklemek değilmiş güzel balıkları. Yemesen de sevmekmiş, dokunmakmış onlara. Belki de nereden gelip, nereye gittiğini düşünmeden inanmalı sadece suya. Bilinmeli ki bilmediğin bir şehirde, tatmadığın bir zamanda değil bu su, sana ait olan mekanda, zamanda.

13 Mart 2009 Cuma

Kim Korkar Virginia Woolf'tan?


Hüzün de yağmur gibidir demiş Kadın. Bir kez nasibini aldıysan, bir zerreye bulaşmışsa bedenin; ha bir damla eksik ha bir damla fazla. Bir kez kırıldıysa kristal, parçalarını toplamaya çalışmak anlamsız. Bir kıymık bulunur ve batar parçaları bir süre sonra. Kanarız.
Hüzün de defalarca nükseden bir hastalık gibi bedende. Varlığına yer etmiş bir başka varlık. Bir kez varsa eğer hüzün hep var. Zaman aktıkça başına eklenen kelimelerle; yine hüzün.
İçimde odacıklar var. Uzun zamandır kapılarını açmadığım, açmaya yüzüm olmadığı. İçimde birikmişler var, çoktandır yazamadığım. O kadar çok şey biriktirdim ki yazmak için. Ama elim gitmiyor kağıda kaleme. Ya ben unuttum suratini yazının ya da o darıldı, yüz çevirdi bana. Aramızda bir uzaklık var içimdeki odalarla. En çok da kapılarını kitlemiş ve anahtarların yerini unutmuş olmaktan korkuyorum. Daha kulpunu tutup açmayı denemediğimden bilmiyorum durum ne. Belki de sonuna kadar açılmış kapılar da beni bekliyordur odalar. Şu sıkıntı içindeki tek iyi olasılık bu. Olamaz mı? Olur tabii. Az değil dostluğumuz. Hukukumuzun yüzü suyu hürmetine buyur eder belki beni içeri. Hem özlemiştir hatta. Olası.
Ya da hepten unutmuştur beni. Başka konuklar bulmuştur kendine. Olabilir.
Zaten şu ara -bunun bir ara olduğuna, kısacık bir zaman zarfına tekabül ettiğine inanmak istiyorum- her şey olası hayatımda. Gözümü kapadığımda her an, her şey değişebilir. Bitebilir. Başlayabilir. Var olabilir. Olmayabilir.
Bu beni sokmuyor zaten dara. Olası bir hayatı tercih etmişimdir zaten her daim, olmuş bitmiş bir hayata karşı. Olasılığın olduğu yerde umut vardır. Umudun olduğu her yerde hayatın kendisi.
Ama şu olanlar -ve tabii olmayanlar- karışısında bir "tutum" arayışı içindeyim. Doğru olanın; olabildiğine sakin, sessiz olmam gerektiğini sölüyor bir yanım. Ama diğer bir yanımın bir tutum teorisi olmadığından doğaçlama çalışıyor. Bir oraya bir buraya savrulup duruyorum ben de.
Zamansızım. Zaman ayıramıyorum kendime. Ve içime dönüp kendime bir daha bakamıyorum. Kalem ve kağıt lazım bana bir süre. Sessizlik ve bir de yalnızlık. Dışarıdaki değil ama, içimdeki yalnızlık. Kendime dönmem, yoklamam lazım. Derdim ne bilmem lazım. Sonra bir de dışarıdan bakıp nasıl göründüğümü bilmem lazım. Birikti içim. Anlatmam, anlatırken derdimi görmem lazım. Anlatacak çok şey birikti içimde. Ama ben bunları kendime anlatmaya - artık kendine anlatmak; kabullenmek, anlamak, sahiplenmektir benim için- ne kadar cesaretim var bilmiyorum. Ya da başkalarına anlatmaya ne kadar hevesliyim bilmiyorum. Sıkıntının ne olduğunu bilmek ya da bilmemek arasında bir fark olduğuna emin değilim. Ama çözmeliyim. Kaşımadan, kanatmadan sonra paşa paşa kanımı emmeden rahat etmeyecek dayaklık ruhum.

Dönmeden içime bitmeyecek bu mesele.
Mevsimsiz bir ayda, Mart'ta.
Devletsiz bir şehirde, İstanbul'da.
Hem de kökleri olmayan bir ağacın tepesinde, Tuba ağacında çözmeliyim bu meseleyi.
İçimdeki nedir bilemiyorum. Dönemiyorum içime.
Bir huzursuzluktur ki çözülmez bu gürültüde.

11 Mart 2009 Çarşamba

konseptsiz bir ay olarak mart


Mart gibiymişim. Şimdi farkediyorum. Zaman var ki Eylül'de anlattım hep kendimi. Bu yüzden en çok Eylül'ü sevdim belki. Ya da hiç sevemedim Eylül'ü. Gelenlerin, gidenlerin ve değişenlerin çok olduğu Eylül. Gelenlere, gidenlere ve değişenlere hiç alışamamış ben. Ben ve Eylül. Aramızdaki uçurumlar ve renk farkları sevdirdi belki de en çok Eylül'ü. Ya da tamamen Eylül'ün kendine ait melankolik hali ve tüm klişeleri yazdırdı Eylül'ü. Öyle veya böyle Eylül gibiyim diyordum hep. Tanrı'nın tüm mahlukları gibi ben de belki yanlış bir yoldan, yanlış bir rüzgarla yürümüşüm. Tersine tersine. Akıntıya kürek. Mart gibiymişim.
Şimdi anlıyorum bunu. Belki de daha önceden anlamışlığım ama kabullenememişliğim, kendimi sahiplenememişliğim vardır, hatta muhtemeldir. Ki benim için hiç de sıradan olmayan olgular bunlar; anlamamışlık, kabullenememişlik, sahiplenememişlik. Mart da böyle. Tevekkeli değil aşkı bulduğum da Mart'da bulmuş kendini. Hayat ince bir mizah çizgisinde giderken; anlamadığım, kabullenemediğim, sahiplenemediğim ay olan Mart'ı ben bulurken; anladığım, kabullendiğim, sahiplendiğim de Mart'ta bulmuş kendini.
Şimdi ben de Mart'ı anlamaya, kabullenmeye ve sahiplenmeye çalışıyorum. Mart benim gibi. Ben de en az Mart gibiyim; kararsız.
Unutkan bir ay Mart. Unutmaya mahkum halet-i ruhiyesini. Ne iyi olduğunun farkında ne kötü. Ne yakın ne uzak. Ne kendinde ne kaybetmiş kendini. Ama bir türlü de bulamamış tam anlamıyla. Bu durumda Mart; farkındalıksız, karasız ve kendinden uzak. Mart'ı tanımlarken kendimi de tanımlıyorum bir yandan. Bir kendinden uzak, kararsız ve farkındalıksız Mart'a bakıyorum bir de senebesene kafası daha çok karışmış, ne yapacağına asla karar verememiş, her daim sinirli ve kavgalı ama çoğu zaman neye sinirli ve kimle kavgalı olduğunu unutan, inatçı bir keçi fakat vazgeçmeye, pes etmeye her an hazır, ne yolda olduğunu ve nereye varacağını asla bilmeyen, yıllar var ki yanlış insanlarla, yanlış zamanlarda, yanlış mekanlarda olmuş bana. Mart'la benziyoruz. Bu benzerlik her ne kadar canımı sıksa ve senebesene gözümü kapamaya neden olsa da.
Ve özbeöz kardeş hatta tek yumurta ikizi olsak dahi her daim üvey kardeşim olarak anacağım ayda Mart'ta aynıyım; kafam allak bullak. Ha bir de sinirliyim çok. Mart gibi. İki güneş açıp az buçuk çehresi yumuşadığında, durun daha kara kış burada diyen, gün yüzü göstermeyen Mart gibi. Rengini her an sakınan. Sinsi Mart. Bir anda parlayabiliyorum. Nedenler değişiyor. Kendime. Çoğunlukla bir başkasına. Genel olarak hayatımdaki herkese. Hayatımdaki herkes demişken en az Mart kadar gaddar oluyorum ve "hayatımdaki herkes" i işin içine alarak yüzde altmış küsürünün gerizekalı olduğuna karar veriyorum. Ve bu kararımdan da dönmeyeceğime üvey kardeşim Mart önünde yemin ediyorum.


İnsanların pervasızlığından, rahatlığından, düz mantığından ve bilgisiz fikirlerinden tiksiniyorum. İşte o zaman Mart ayında olmanın yetkisine dayanarak önüme geleni haşlıyorum. Buna Tanrı'da dahil. Şu dönem iyi olan yanımdan geçsin, mükemmel selam verebilir. Mart kadar egosu yüksek ve ukalayım. Ve sinirli. Ve onun gibi dönüm noktasındayım. Biliyorum bahar gelecek ama kışın tüm kasveti içimde birikti ve son noktasında olduğunun teminatını verebilirim.
Tanrı'dan selam istemiyorum şu sıra. Biliyorum mükemmel değil. Ne demiş Plath; " Mükemmellik korkunç bir varlık, çocuk sahibi olamaz zaten."
Şu sıra en Mart olduğum zamanlar. Patlamaya hazırım her an. Kelimenin tam manasıyla canım burnumda.
Mükemmel değiliz ben ve Mart. İçinde bulunduğumuz koşul adına da anlayış bekliyoruz.

9 Mart 2009 Pazartesi

Hıçkırık

Rotası belirsiz bir gemi gibiyim. Gemi benliğim için büyük bir benzetme. Bir sandalım; tek kürekli. Durmaya çalıştığı her limanda kayalıklara çarpan, su alan; bazen belirsiz bir reisin kaptanlık yaptığı. Hayatım kararsızlığım ve çaresizliğim çerçevsesi içinde kötü bir reprodüksiyon; çok uzaktan bile hataları göze çarpan. Belirsiz. Bazısının kendince anlamlar yüklemeye, derinlik kazandırmaya çalıştığı, kiminin ise bakmaya değer vermediği.
Ne zaman bir şeye karar vermeye kalksam önümde bir duvar kuruluyor hızla. Ne olduğunu anlamadan hayallerimin inşaatına başlamadan çoktan örülmüş oluyor galiz duvar. Toslayıp geri dönüyorum sonra. Bir labirente dönüşüyor düşlerim; içinde günbegün kaybolduğum.
Umut diyorum. Umut beni terk etmek için hayatımda. Gözünü kırpıp koca bir nanik yapan. Yarın benim için kötü bir şaka çoğu zaman.
Ama inanıyorum her şeyde bir alamet olduğuna. Hayallerimi böyle ayakta tutmaya başlıyorum. Sonra yine bir duvar görüyorum. Savruluyorum oraya buraya. Zihnim sigara dumanı gibi karışıyor havaya. Çok oldu netliğin uzaklaşması benden. Belirsiz her şey. Zaman flu. Ama biliyorum ki her şeyde bir alamet var, bundandır çoğu kez yokmuş gibi davranıyorum seyre dalıyorum hayatın akışını, yarının ne getireceğine bakıyorum. Çoğu zaman tek gözüm kapalı. Bir dosta omuz uzatıyorum çok kolay ama ben gerçek hayatta duygularımı açamıyorum öyle herkese. Bir düşte yaşıyorum. Kendi kendime anlatıyorum masallarımı.
Biliyorum evet. Herkesten fazla biliyorum bir hayalin peşine koştuğumu. Bir masal kahramanı oluyorum çoğu zaman. Ama biliyorum ki ayaklarımı toprağa basıp dünya zamanıyla alsam nefesimi işte ölümüm de öyle olacak. Tek gözüm açık olacak yine... Anlamıyor kimse, kendime de anlatamıyorum.. Ne anlatmam gerektiğini bilmiyorum.