9 Şubat 2009 Pazartesi

Bazen


Her şeye lanet edebiliyorum bazen. Hepsine, her şeye, herkese. Sahip olduğum, sahip olmadığım, asla sahip olamayacaklarıma. Tanrının yarattığı her mahluka, yaşadığım ülkeye, bu ülkedeki insanlara, hayvanlara. Pencereden bakıp gördüğüm, hiç tanımadığım ve asla tanımayacağım insanlara dahi lanet edebiliyorum.
İçimde öyle bir kin doğuyor ki o bazenlerde; nereye saldırsam, hıncımı kimden alsam bilemiyorum. Ailemi seviyorum. Ama onlarla yaşamak istemiyorum. Kardeşimi, annemi babamı yıllarca görmesem gıdım gocunacağıma inanmıyorum. Bazen, yine o bazenlerin içindeyken çekip bir yere gitmek istiyorum. Herhangi bir yer. Cebimdeki paranın beni götürebileceği, kendimi götürüp yok edebileceğim bir yer. Ben yoksam lanet ettiğim hiçbir şey de yok. Ben yoksam dünya da yok. Olmadığımı düşünmek kadar mutlu etmiyor beni hiçbir şey. Hayatta asla mutlu olmayacağımı bile bile uyanıyorum her sabah. Asla istediğim mutluluğa erişemeyeceğimi, lanet ettiklerime günbegün lanet etmeye devam edeceğimi, sonrasında hayatımın koca bir lanet olduğunu bile bile. Bile bile uyanıyorum her sabah. O gün neler olacağını biliyorum istisnasız dakika dakika. Gece olup aynı yatağa yatıp gözlerimi kaparken göreceğim rüyayı biliyorum çoğu kez. Aşağı yukarı kaçta kalkacağımı, o gün ne yapacağımı. Gün; tanrının yazdığı içinde sıfır çatırşma, bolca sıkıntı barındıran acemi bir senaryo gözümde; hiç bir yapımcının değer verip okumayacağı.
O bazenler çoğaldığında işte yok olmak geliyor sadece aklıma. Sessiz sessiz ölmek. Ertesi sabah kimsenin adımı hatırlamaması. Unutulmak, yok sayılmak gözümde kutsallaştıkça rahata eriyor ruhum.
Bazen, işte o bazenler gelince lanet ediyorum her şeye. Hayatımda yer etmiş her isme, her sıfata, her mekana. Öyle bir kin büyüyor ki içimde; bir gün beni yok etmesinden korkuyorum. Evet korkuyorum. En bitmiş anlarımdaki tek ilacımdan da korkuyorum. Cesaretimi bitiriyorum önce. Hem uyurken, hem uyanırken hem de aldığım her nefeste. Lanet ettiğim her şeyden korkuyorum. Belki de sırf bu yüzden lanet ediyorum. Hepsinin yok olacağı günü bekliyorum.

Asıl Adım Sensin

Yanında hayallerimin beden bulduğu kadına S. Ş.'ye..
Hep oyaladım seni...Yeri gelecek bir gün seni de yazacağım diyerek..Hep oyaladım. En iyi yazımı sana yazmak istiyorum dedim. En özel yazım senin için olmalı dedim,dedim,dedim. İçten içe hep zamanı gelmeli dedim. Hala zamanı değil ama artık yazmalıyım seni. Seni yazmaktan neden bu kadar kaçtım biliyor musun? Çünkü hep korktum seni yazmak,beni yazmaktı...Seni yazmak çocukuluğumu deşmekti,seni yazmak canımı acıtmak,kabuslar görmekti. Çünkü seni yazmaktan korktum. Bunların hepsinden korktuğum gibi. Hala zamanı değil ama artık yazmam gerek seni..
Bu yazıya böyle başlamak istedim..Bir başı olsun istemedim...Bir adı olsun istemedim..Seninle ilgili her şey bu yazıda olsun istedim..Yerin yok bende..Çünkü sığdıramadım seni içime. Adın da yok bende. Zihnimde, ruhumda böylesine kutsallaştırdığım bu varlığın,tanrısal tenini dökemem kağıda. Korkarım. Bir günah gibi seni yazmak...
Çocukluğumuzu hatırlıyor musun? Ben pek hatırlamıyorum. Senin içinde olduğunu hatıralara bölemiyorum. Parçalayamıyorum bu zamanı. Sana süslü laflar edecek değilim. Çünkü biz süsü hiç sevmedik senle.Süs de bizi sevmedi pekala. Hayatın renkli neonlarını göremedik, bol gümbürtülü odalarını. Siyahı sevdik senle,sessizliği. Bu yüzden sözler ve renkler aklımda kalmıyor pek senle ilgili. Fazla karmaşık olsa da..Bir gökkuşağında kursak da evimizi,yeterince siyaha aitti ruhumuz. Ne çok konuşsakta,sessizlikti bizim yerimiz...
Kendimi anlatıyormuş gibi hissetmek istemiyorum bu lanet yazıda.Ama bir türlü beceremiyorum seni benden ayırmayı. Seni anlatmak o kadar zor ki.Yazarken o kadar huzursuzum ki.
Bir türlü anlatamıyorum seni. Bu duyguyu iyi bilirsin, bir türlü anlatamamayı,ifade edememeyi. Bir şey var ama onu anlatacak söz yok,hece yok,cümle yok,kelime yok...Kahretsin!
Şimdi öyle bir araftayız ki senle "kader bize oyun oynuyor" Bir mayın tarlasında kaybolduğumuz gündür bugün. Gün ki hiçe sarılıp saatlerce ağlama günüdür. Gün ki bir çıkmazdan dönüp yolunu kaybetme günüdür..Ama biz yolumuzu çok kaybettik seninle. Çok kaybolduk şu ufacık dünyada. Çok çıkmazlara saptık,çok yol şaşırdık. Ama suç bizim değildi hiç bir zaman.Ne bir ışık vardı elimizde, ne de bir güneş tepemizde. Karanlıkta yollarımızı bulduk biz senle,el yordamıyla. Adımlarımızı takip ederek. Ne senin peşine gidip kayboldum ben, ne sen adımlarımın ardından karanlığa karıştın. Her an, an olduk birbirimize.
Şimdi ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum,hatırlamak da istemiyorum aslına bakarsan. Bilirsin saçma sapandır hafızam. Boşver sen de hatırlama önemli değil şimdi bunlar.
Önemli olan sensin şimdi,benim.Kaybolduğumuz sokaklar önemli. Bize yalan söyleyen,kaybeden,hiç eden insanlar önemli. Onları ne sen unutursun ne ben,o nu da biliyorum her şeyden fazla. Unutmak için gelmedik belki dünyaya. Her an hatırlayıp, her an kamçılar yiyip, daha güçlü olmak için geldik.
Hep oyaladım seni..Gün gelecek seni de yazacağım diye. Ama yapamadım..Hep korktum seni yazmaktan. Bir çok şeye cesaretim,cesaretin olmadığı gibi yine korku sardı dörtbiryanımı. Peki bir böyle mi doğduk,korkarak? Kim öğretti bize bunu? Ağlamayı? Kaybetmeyi? Kaybolmayı?
Bunları bize öğreten biri olmalıydı. Çünkü biz hep bildik seninle...Sevgi bir ihtimal değil,sevgi biziz diye.Sevgi sensin.
Çok korkuyorum..Senin kadar benim de korkularım var...İnancım yok,senin kadar..Kimseye.
Ama bildiğim bir şey daha var. Varlıkla,yoklukla, sonsuzla,korkuyla..Nerde nasıl olsak da; yıkıverebiliriz duvarlarını hayatın,çimlerini yolarız,camlarını kırarız,gözlerini oyarız umutsuzluğun..Ne kadar kaybolsak kaybolalım..Sen ne kadar kaybolsan da,elbet bir yol oduğuna inan,inanalım.
İnanalım ki canımızı acıtanlara gülelim incede.
Bugün bir dilek tuttum kilisede...
" Tanrım bana güç ver..Senden bir şans diliyorum..Kocaman bir şans..O kadar hissedeyim ki ruhumda gücü artık Sevgi yi yazayım..."
20.02.2008
İstanbul

Söz'üm

Bazen sadece yazmak için yazıyorum, biliyorum. Sadece yazmam gerektiği için yazıyorum. Bir mecburiyet oldu bu. Günlerce yazmadığımda çocuğuna yemek vermeyi unutmuş ya da geçiktirmiş bir anne gibi hissediyorum. Yazıyı çocuğum gibi seviyorum. Çoktandır yazarken bir başka duyguya kapılıyorum. Canım acıdığında, rahatlamak zorunda kaldığımda yazmayı bıraktığımdan beri; yani yazının bende günlük mecburiyetlere dahil olduğundan beri var bu duygu. Çocuğum gibi. Her kelimeyle biraz daha büyüyen, yazılan her cümlede karnı doyan; sessiz sakin, suspus bir çocuk. Geçen zamanla biraz daha serpilen, okula başlayan; sosyalleşen, arkadaşlar edinip tercihler yapan bir çocuk. Tiyatroya da -oyunculuğa da- bu anlamda iş sıfatını yükledim uzun zamandan beri. Hayatın tamamını kaplayan, mesainin hiç bitmediği bir meslek. Yazmak ise en mahrem, en bana ait; bir çocuk. Benden olmuş. Kaşına gözüne aldırmadan, hastalıkta, başarıda veya yaramazlıklarda atsan atamaz, satsan satamaz bir çocuk. En ben olan, bana en çok benzeyen şey. Bu anlamda iyi bir ebeveyn olmaya çalışıyorum. Çocuğuma iyi bakmaya çalışıyorum, hatta bazen onun geleceğini düşünüp, onla ilgili yarın planları yapıyorum. Yarınımın içinde, planlarımın ortasında yazmak. Çocuğumun birgün diğer tüm çocuklar gibi yuvadan uçacağını biliyorum. Benim artık hikayeler kurmaya, dünyalar yaratmaya başladığım zaman. Yarattığım dünyaların kahramanlarına ruh verip, onların ömür haritalarını emek emek işlemeye başladığım zaman. Ben hikayeler kurmaya, dünyalar yaratıp içine küçük insanlar yerleştirmeye başladığımda çocuğum kanatlanıp uçmuş, evinden ayrılmış olacak. O zaman sözüm -çocuğum- insanların elinde olacak. Yergiye ve övgüye hazır olacak. Ama yaşamaktan, beslenmekten ve çoğu zaman kızıp çekip gitmekten hiç vazgeçmeyecek. Ben hikayeler kurarken, sözüm benden gidecek; artık herkese ait olacak. Herkese ait olacak çocuğum birgün. Bu sebeptendir ki her geçen gün biraz daha besliyorum onu. Bundadır yazmanın mecburileşmesi gün içine. Zaman geçerken söz benle birlikte büyümeye devam ediyor. Zaman beni, ben sözü -çocuğumu- besliyorum.
Yazı, çocuğum bellediğimden beri daha kutsal benim için. Daha duyarlı, daha düşünceli. Yazı benim için bir başka anlama geçiş yaptı; günlük mecburiyetlere ordan da evlatlığa terfi edince. Anlamını değiştiren her şey gibi, bu da bendeki- hatta herkesteki- anlayışı değiştirdi. Daha iyi anlıyorum artık bendeki "yazmayı" Seviyorum, besliyorum, büyütmeye çalışıyorum. Sadece kendi çocuğumu değil, tüm çocukları seviyorum. Yeryüzündeki tüm çocuklar eşittir. Bunu biliyorum. Anababaları olarak bizler nasıl büyütürsek çocuklarımızı ömürleri de bu çizgi üzerinden gider; sapmadan, sapıtmadan. Ama ben hikayeler kurmaya başladığım zaman. Kendimi değil de başka insanları yazmaya başladığım zaman çocuğum yuvadan uçup gidecek. İşte o zaman yazmanın bendeki şekli biraz daha değişecek. Yuvadan uçup giden evladın özlemiyle daha çok yazmaya, daha çok ilgilenmeye başlayacağım. Şimdi burası benim çocuğumun okulu. Sosyalleştiği, başka sözlerle, onların sahipleriyle karşılaştığı yer. Daha da büyüdüğünde mezun olacak. O zaman ben hikayeler kuracağım o da bu hikayeleri emek emek örecek.
Sözün bittiği yer, benim de bittiğim yer olacak. En benden, en bana ait.