13 Mart 2009 Cuma

Kim Korkar Virginia Woolf'tan?


Hüzün de yağmur gibidir demiş Kadın. Bir kez nasibini aldıysan, bir zerreye bulaşmışsa bedenin; ha bir damla eksik ha bir damla fazla. Bir kez kırıldıysa kristal, parçalarını toplamaya çalışmak anlamsız. Bir kıymık bulunur ve batar parçaları bir süre sonra. Kanarız.
Hüzün de defalarca nükseden bir hastalık gibi bedende. Varlığına yer etmiş bir başka varlık. Bir kez varsa eğer hüzün hep var. Zaman aktıkça başına eklenen kelimelerle; yine hüzün.
İçimde odacıklar var. Uzun zamandır kapılarını açmadığım, açmaya yüzüm olmadığı. İçimde birikmişler var, çoktandır yazamadığım. O kadar çok şey biriktirdim ki yazmak için. Ama elim gitmiyor kağıda kaleme. Ya ben unuttum suratini yazının ya da o darıldı, yüz çevirdi bana. Aramızda bir uzaklık var içimdeki odalarla. En çok da kapılarını kitlemiş ve anahtarların yerini unutmuş olmaktan korkuyorum. Daha kulpunu tutup açmayı denemediğimden bilmiyorum durum ne. Belki de sonuna kadar açılmış kapılar da beni bekliyordur odalar. Şu sıkıntı içindeki tek iyi olasılık bu. Olamaz mı? Olur tabii. Az değil dostluğumuz. Hukukumuzun yüzü suyu hürmetine buyur eder belki beni içeri. Hem özlemiştir hatta. Olası.
Ya da hepten unutmuştur beni. Başka konuklar bulmuştur kendine. Olabilir.
Zaten şu ara -bunun bir ara olduğuna, kısacık bir zaman zarfına tekabül ettiğine inanmak istiyorum- her şey olası hayatımda. Gözümü kapadığımda her an, her şey değişebilir. Bitebilir. Başlayabilir. Var olabilir. Olmayabilir.
Bu beni sokmuyor zaten dara. Olası bir hayatı tercih etmişimdir zaten her daim, olmuş bitmiş bir hayata karşı. Olasılığın olduğu yerde umut vardır. Umudun olduğu her yerde hayatın kendisi.
Ama şu olanlar -ve tabii olmayanlar- karışısında bir "tutum" arayışı içindeyim. Doğru olanın; olabildiğine sakin, sessiz olmam gerektiğini sölüyor bir yanım. Ama diğer bir yanımın bir tutum teorisi olmadığından doğaçlama çalışıyor. Bir oraya bir buraya savrulup duruyorum ben de.
Zamansızım. Zaman ayıramıyorum kendime. Ve içime dönüp kendime bir daha bakamıyorum. Kalem ve kağıt lazım bana bir süre. Sessizlik ve bir de yalnızlık. Dışarıdaki değil ama, içimdeki yalnızlık. Kendime dönmem, yoklamam lazım. Derdim ne bilmem lazım. Sonra bir de dışarıdan bakıp nasıl göründüğümü bilmem lazım. Birikti içim. Anlatmam, anlatırken derdimi görmem lazım. Anlatacak çok şey birikti içimde. Ama ben bunları kendime anlatmaya - artık kendine anlatmak; kabullenmek, anlamak, sahiplenmektir benim için- ne kadar cesaretim var bilmiyorum. Ya da başkalarına anlatmaya ne kadar hevesliyim bilmiyorum. Sıkıntının ne olduğunu bilmek ya da bilmemek arasında bir fark olduğuna emin değilim. Ama çözmeliyim. Kaşımadan, kanatmadan sonra paşa paşa kanımı emmeden rahat etmeyecek dayaklık ruhum.

Dönmeden içime bitmeyecek bu mesele.
Mevsimsiz bir ayda, Mart'ta.
Devletsiz bir şehirde, İstanbul'da.
Hem de kökleri olmayan bir ağacın tepesinde, Tuba ağacında çözmeliyim bu meseleyi.
İçimdeki nedir bilemiyorum. Dönemiyorum içime.
Bir huzursuzluktur ki çözülmez bu gürültüde.