28 Şubat 2009 Cumartesi

Başlık

Çimlere otursak birlikte. Islak olup olmadığı umurumuzda olmasa. Üşümesek. Ama Güneş tepemizde yakıp kavurmasa bizi. Bahar gelse, kayısı ağaçları çiçek açsa. Çok severim çiçek açmış kayısı ağaçlarını. Kayısıyı da. Çimlere otursak biz, zaman istediği gibi aksa. Telaşlarımız olmasa. Özlediğim dostları unutsam baharla beraber. Aklımda kalmasa iyi, kötü hiçbir şey. Özlemesem kimseyi ya da varlığına ihtiyaç duymasam. Kimse olmasa. Biz çimlerin üstüne otursak. Sonra zaman geçse istediği gibi.
Bahar gelse ve kayısı ağaçları çiçek açsa. Vapurda dışarda oturabilsek, atkılarımızı, berelerimizi almasak yanımıza. Üşengeç kış çekip gitse, üşümese ayak parmaklarımız. Okulların kapanmasına az kalsa, yaz ile ilgili planlar yapsak. İş baksak hatta. Para kazansak. Filmler izlesek. İstiklal'de paçalarımız çamurlanmadan yürüsek. Şehire biraz renk gelse. Sezon bitmeden görmek istediğimiz oyunları yakalamaya çalışsak.
Öylesine üzerime çöktü ki kış. Öylesi bir ölü toprak serpti ki; parmağımı bile oynatmak istemiyorum. Sabahtan akşama kadar battaniyenin altında film izliyorum. Bazen kitap okuyorum. Dışarı çıktığımda ise, her daim lanet ettiğim yaşadığım şehire biraz daha lanet ediyorum. Kalabalığa, çamura, trafiğe luzumsuz curcunaya. Hele bir de şimdi seçim otobüslerine. Topuna lanet ediyorum.
Sevmiyorum kışı. Hele bu şehirde hiç sevmiyorum. Bahar gelse Moda'da olsak. Kayalıklar ıslakken biz kuru olsak. Burnumuz üşümese.
Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Üzerimde tarifsiz bir tembellik var. Mutfağa gidip çay bile almıyorum. Çıkmıyorum odamdan. Bazen kütüphanemi dağıtıp geri diziyorum. Türlerine göre diziyorum bazen kitapları. Romanları, oyunları ayrı rafa. Sonra dağıtıp boyutlarına göre diziyorum. Sırf bir iş yaptığımı hissetmek için, kendimi kandırmak için.
Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Ama yine yapmam gereken çok şey var. Tanımam gereken çok insan, başlamam gereken çok iş. Hep var. Ama güç yok bende. Şevk yok, can sıkıntısı çok.
Bahar gelse, ısınsa havalar. Çimlere otursak beraber. Söz karınca olacağım. Çok çalışacağım.
Bir işe yaramalıyım. Nedenli veya nedensiz bir şey yapmalıyım. Nedenini sormadan uğraşmalıyım bir şeylerle. Bu yazıyı yazmamda hiçbir sebep olmadığı gibi. Belki de sırf yapmak için yapmalıyım. Başlık bile düşünemedim bu yazıya. "baharı bekleyen kumrular gibi" demek istedim. Dilim varmadı. Üzerimdeki ölü toprağını atmalıyım. Yapmalıyım,evet. Hemen yapmalıyım.

24 Şubat 2009 Salı



Metin Rengi

22 Şubat 2009 Pazar

Cadı Kazanı

Acının tarifini yap bana!
Zevkten dört köşe olmuş halinle,
Ben en tenha köşelerde saklanırken..
Yırtık bir tualmiş hayat,
Potluk yapıyormuş kusurlar.
Beyaz beyazlıktan çıkmış,
Bütün boyalar savaş içinde.
Arada karalar var beni ölesiye sarmalayan
Saflığını, sınırına kadar yitirmiş artık her şey.
Adi bir et parçası mı bu bana kafa tutan?
Yaptığım resimleri yırtan, karalayan
Ya da tüküren üstüne..
O gözler mi bir zamanlar beni günahkar yapan?
O kalp mi beni yalanlarla sarmalayan?
Lanetim üstüne olsun Ey! toprağın kölesi.
Sayende kutsal günah yine yağmalıyor yüreğimi.
Sen ki kara bir bulut, ruhumu kapkara eden,
Boylayacaksın en korkunç zindanların dibini.
Karabasanlarımı yollayacağım sana,
Gözetlesinler seni son yolculuğuna kadar.
Sen ki yaraladın benim tualimi,
Yakıp, yıktın bir bez parçasına sığdırdığım hayallerimi,
Jilet niyetine giyotinle kesiyorum şimdi bileklerimi.
Transparan bir bedendim senden önce,
Sıkıca giyindim katmanlarımı,
Ta ki ruhumu boğana kadar.
Şimdi kaynat kazanları, geliyorum yüreğimle.
Pişirdiğin yemeğe akıtacağım göz yaşlarımı,
Ona en güzel tadı veren tuz niyetine.

17 Şubat 2009 Salı

Çift


Hayallerimi iki başa sığdırdım. İki kalbin içinde geleceğim. Hayallerim iki kişi, geleceğim de öyle. Yarın iki kişi. Ben ki içinde yarın olduğu hayallerdeki benciller bencili; hepsini eşit paylaştırdım. Yarınımızı ikiye böldüm. Gördüm ki böylesi daha büyüleyici. İki ömür biçilmiş gibi hissettim. Hayallerim iki kişinin. Mutluluğum, zaferlerim, yenilgilerim, heyecanlarım. Hepsi çift. Bizim gibi. Yarınım iki tane. Her günüm, her anım, her senem çift. Çift bir hayat var gözümde. İki kişinin omuzlarında. Ondan ayrı tutabildiğim bir düşüm yok. Onu dışarda bırakabildiğim bir hayalim yok. Onsuz hiçbir şey olmaz oldu. Hepsi tek oldu. Yani yarım. Çift olmayan her duygu yarım gözümde. Her sevinç eksik, her hüzün az. Tam olmabilmesi için onun olması gerekli oldu.
Zaman ömrümü ikiye katladı. Beni ise parçalara bölüp, küllerimi denize döktü. Son yok hiç gözümde. Sonu unuttum. Son verdim tekil kaygılarıma. Birinci çoğul şahıs kurduğum cümleler. Gördüğüm rüyalar ikinci çoğul şahıs, gelecek zaman.
Bir ev var tümleçte. Bizim olan. İkinci çoğul şahıs, gelecek zaman. Bizim evimiz. Onun istediği gibi bembeyaz. Ya da benim istediğim gibi temiz tutabileceğimiz kadar beyaz. Biriktirdiğimiz kitaplar çeyizimiz. Bizim evimiz, kitaplarımız, filmlerimiz, şarkılarımız, hayallerimiz. Bizim. İçinde büyüdüğümüz, hayallerimizi büyüttüğümüz evimiz. Dışardan korunduğumuz, bize ait olmayan, bizim olmayan, canımızı acıtan her şeyden saklandığımız evimiz. Yuvamız. Kendimiz ailemiz. Bir üçüncüye daha ihtiyaç duymadığımız, yarattığımız dünyanın huzurunu bulduğumuz, güldüğümüz, ağladığımız, yemekler yaptığımız, filmler izlediğimiz evimiz. Bizim.
Küçücük bir dünya kurmak istiyorum şimdi gelecek zamanın ikinci çoğul şahsında. Bize ait olan. Bizim olan. Küçücük bir dünyanın küçük bir hayat yaşayan küçük insanları olmalıyız onla. Böyle mutlu oluruz anca. Nerde, ne zaman, nasıl olacağı mühim değil. O evin dışında kalmış, herhangi bir dil konuşulan, herhangi insanlar umurumuzda değil.
Beyaz bir ev. Bembeyaz bir huzur. Onun istediği kadar beyaz veya temiz tutabileceğimizi düşündüğüm kadar beyaz. Öyle veya böyle bizim olan beyaz. Bize ait olan, bizim olan.
Ömrümü iki kalbe sığıdırdım. İki canla donandım tepeden tırnağa. Telaşlarım, mutluluğum, kargaşam ve hayallerim çift.
Ve bir ev var yarında. Beyaz. Kimsenin giremeyeceği, huzurumuzu bozamayacağı, canımızı acıtamayacağı kadar beyaz.

16 Şubat 2009 Pazartesi

La Mome

10 Şubat 2009 Salı

Daha Önce Denenmemiş Bir Yol Seçti

gidilmeyen yol

sarı bir ormanda ikiye ayrıldı yolum,
ikisinden birden gidemediğim ve yoldaki
tek yolcu olduğum için üzgün,
uzun uzun
baktım görene kadar birinci yolun

otlar çalılar arasında kıvrıldığı yeri;

sonra öbürüne gittim, o kadar iyiydi o da,
ve belki çimenlik olduğu, aşınmak istediğinden
gidilmeye daha çok hakkı vardı; oysa
ordan gelip geçenler iki yolu da
eş ölçüde aşındırmıştı hemen hemen,

ve o sabah ikisi de uzanıyordu birbiri gibi
hiçbir adımın karartmadığı yapraklar içinde,
ah, başka bir güne sakladım yolların ilkini!
ama bilerek her yolun yeni bir yol getirdiğini,
merak ettim geri gelecek miyim diye.

iç geçirerek anlatacağım bunu ben,
nice yaşlar nice çağlar sonra bir yerde:
bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
ben gittim daha az geçilmişinden,
ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.

Robert Frost

9 Şubat 2009 Pazartesi

Bazen


Her şeye lanet edebiliyorum bazen. Hepsine, her şeye, herkese. Sahip olduğum, sahip olmadığım, asla sahip olamayacaklarıma. Tanrının yarattığı her mahluka, yaşadığım ülkeye, bu ülkedeki insanlara, hayvanlara. Pencereden bakıp gördüğüm, hiç tanımadığım ve asla tanımayacağım insanlara dahi lanet edebiliyorum.
İçimde öyle bir kin doğuyor ki o bazenlerde; nereye saldırsam, hıncımı kimden alsam bilemiyorum. Ailemi seviyorum. Ama onlarla yaşamak istemiyorum. Kardeşimi, annemi babamı yıllarca görmesem gıdım gocunacağıma inanmıyorum. Bazen, yine o bazenlerin içindeyken çekip bir yere gitmek istiyorum. Herhangi bir yer. Cebimdeki paranın beni götürebileceği, kendimi götürüp yok edebileceğim bir yer. Ben yoksam lanet ettiğim hiçbir şey de yok. Ben yoksam dünya da yok. Olmadığımı düşünmek kadar mutlu etmiyor beni hiçbir şey. Hayatta asla mutlu olmayacağımı bile bile uyanıyorum her sabah. Asla istediğim mutluluğa erişemeyeceğimi, lanet ettiklerime günbegün lanet etmeye devam edeceğimi, sonrasında hayatımın koca bir lanet olduğunu bile bile. Bile bile uyanıyorum her sabah. O gün neler olacağını biliyorum istisnasız dakika dakika. Gece olup aynı yatağa yatıp gözlerimi kaparken göreceğim rüyayı biliyorum çoğu kez. Aşağı yukarı kaçta kalkacağımı, o gün ne yapacağımı. Gün; tanrının yazdığı içinde sıfır çatırşma, bolca sıkıntı barındıran acemi bir senaryo gözümde; hiç bir yapımcının değer verip okumayacağı.
O bazenler çoğaldığında işte yok olmak geliyor sadece aklıma. Sessiz sessiz ölmek. Ertesi sabah kimsenin adımı hatırlamaması. Unutulmak, yok sayılmak gözümde kutsallaştıkça rahata eriyor ruhum.
Bazen, işte o bazenler gelince lanet ediyorum her şeye. Hayatımda yer etmiş her isme, her sıfata, her mekana. Öyle bir kin büyüyor ki içimde; bir gün beni yok etmesinden korkuyorum. Evet korkuyorum. En bitmiş anlarımdaki tek ilacımdan da korkuyorum. Cesaretimi bitiriyorum önce. Hem uyurken, hem uyanırken hem de aldığım her nefeste. Lanet ettiğim her şeyden korkuyorum. Belki de sırf bu yüzden lanet ediyorum. Hepsinin yok olacağı günü bekliyorum.

Asıl Adım Sensin

Yanında hayallerimin beden bulduğu kadına S. Ş.'ye..
Hep oyaladım seni...Yeri gelecek bir gün seni de yazacağım diyerek..Hep oyaladım. En iyi yazımı sana yazmak istiyorum dedim. En özel yazım senin için olmalı dedim,dedim,dedim. İçten içe hep zamanı gelmeli dedim. Hala zamanı değil ama artık yazmalıyım seni. Seni yazmaktan neden bu kadar kaçtım biliyor musun? Çünkü hep korktum seni yazmak,beni yazmaktı...Seni yazmak çocukuluğumu deşmekti,seni yazmak canımı acıtmak,kabuslar görmekti. Çünkü seni yazmaktan korktum. Bunların hepsinden korktuğum gibi. Hala zamanı değil ama artık yazmam gerek seni..
Bu yazıya böyle başlamak istedim..Bir başı olsun istemedim...Bir adı olsun istemedim..Seninle ilgili her şey bu yazıda olsun istedim..Yerin yok bende..Çünkü sığdıramadım seni içime. Adın da yok bende. Zihnimde, ruhumda böylesine kutsallaştırdığım bu varlığın,tanrısal tenini dökemem kağıda. Korkarım. Bir günah gibi seni yazmak...
Çocukluğumuzu hatırlıyor musun? Ben pek hatırlamıyorum. Senin içinde olduğunu hatıralara bölemiyorum. Parçalayamıyorum bu zamanı. Sana süslü laflar edecek değilim. Çünkü biz süsü hiç sevmedik senle.Süs de bizi sevmedi pekala. Hayatın renkli neonlarını göremedik, bol gümbürtülü odalarını. Siyahı sevdik senle,sessizliği. Bu yüzden sözler ve renkler aklımda kalmıyor pek senle ilgili. Fazla karmaşık olsa da..Bir gökkuşağında kursak da evimizi,yeterince siyaha aitti ruhumuz. Ne çok konuşsakta,sessizlikti bizim yerimiz...
Kendimi anlatıyormuş gibi hissetmek istemiyorum bu lanet yazıda.Ama bir türlü beceremiyorum seni benden ayırmayı. Seni anlatmak o kadar zor ki.Yazarken o kadar huzursuzum ki.
Bir türlü anlatamıyorum seni. Bu duyguyu iyi bilirsin, bir türlü anlatamamayı,ifade edememeyi. Bir şey var ama onu anlatacak söz yok,hece yok,cümle yok,kelime yok...Kahretsin!
Şimdi öyle bir araftayız ki senle "kader bize oyun oynuyor" Bir mayın tarlasında kaybolduğumuz gündür bugün. Gün ki hiçe sarılıp saatlerce ağlama günüdür. Gün ki bir çıkmazdan dönüp yolunu kaybetme günüdür..Ama biz yolumuzu çok kaybettik seninle. Çok kaybolduk şu ufacık dünyada. Çok çıkmazlara saptık,çok yol şaşırdık. Ama suç bizim değildi hiç bir zaman.Ne bir ışık vardı elimizde, ne de bir güneş tepemizde. Karanlıkta yollarımızı bulduk biz senle,el yordamıyla. Adımlarımızı takip ederek. Ne senin peşine gidip kayboldum ben, ne sen adımlarımın ardından karanlığa karıştın. Her an, an olduk birbirimize.
Şimdi ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum,hatırlamak da istemiyorum aslına bakarsan. Bilirsin saçma sapandır hafızam. Boşver sen de hatırlama önemli değil şimdi bunlar.
Önemli olan sensin şimdi,benim.Kaybolduğumuz sokaklar önemli. Bize yalan söyleyen,kaybeden,hiç eden insanlar önemli. Onları ne sen unutursun ne ben,o nu da biliyorum her şeyden fazla. Unutmak için gelmedik belki dünyaya. Her an hatırlayıp, her an kamçılar yiyip, daha güçlü olmak için geldik.
Hep oyaladım seni..Gün gelecek seni de yazacağım diye. Ama yapamadım..Hep korktum seni yazmaktan. Bir çok şeye cesaretim,cesaretin olmadığı gibi yine korku sardı dörtbiryanımı. Peki bir böyle mi doğduk,korkarak? Kim öğretti bize bunu? Ağlamayı? Kaybetmeyi? Kaybolmayı?
Bunları bize öğreten biri olmalıydı. Çünkü biz hep bildik seninle...Sevgi bir ihtimal değil,sevgi biziz diye.Sevgi sensin.
Çok korkuyorum..Senin kadar benim de korkularım var...İnancım yok,senin kadar..Kimseye.
Ama bildiğim bir şey daha var. Varlıkla,yoklukla, sonsuzla,korkuyla..Nerde nasıl olsak da; yıkıverebiliriz duvarlarını hayatın,çimlerini yolarız,camlarını kırarız,gözlerini oyarız umutsuzluğun..Ne kadar kaybolsak kaybolalım..Sen ne kadar kaybolsan da,elbet bir yol oduğuna inan,inanalım.
İnanalım ki canımızı acıtanlara gülelim incede.
Bugün bir dilek tuttum kilisede...
" Tanrım bana güç ver..Senden bir şans diliyorum..Kocaman bir şans..O kadar hissedeyim ki ruhumda gücü artık Sevgi yi yazayım..."
20.02.2008
İstanbul

Söz'üm

Bazen sadece yazmak için yazıyorum, biliyorum. Sadece yazmam gerektiği için yazıyorum. Bir mecburiyet oldu bu. Günlerce yazmadığımda çocuğuna yemek vermeyi unutmuş ya da geçiktirmiş bir anne gibi hissediyorum. Yazıyı çocuğum gibi seviyorum. Çoktandır yazarken bir başka duyguya kapılıyorum. Canım acıdığında, rahatlamak zorunda kaldığımda yazmayı bıraktığımdan beri; yani yazının bende günlük mecburiyetlere dahil olduğundan beri var bu duygu. Çocuğum gibi. Her kelimeyle biraz daha büyüyen, yazılan her cümlede karnı doyan; sessiz sakin, suspus bir çocuk. Geçen zamanla biraz daha serpilen, okula başlayan; sosyalleşen, arkadaşlar edinip tercihler yapan bir çocuk. Tiyatroya da -oyunculuğa da- bu anlamda iş sıfatını yükledim uzun zamandan beri. Hayatın tamamını kaplayan, mesainin hiç bitmediği bir meslek. Yazmak ise en mahrem, en bana ait; bir çocuk. Benden olmuş. Kaşına gözüne aldırmadan, hastalıkta, başarıda veya yaramazlıklarda atsan atamaz, satsan satamaz bir çocuk. En ben olan, bana en çok benzeyen şey. Bu anlamda iyi bir ebeveyn olmaya çalışıyorum. Çocuğuma iyi bakmaya çalışıyorum, hatta bazen onun geleceğini düşünüp, onla ilgili yarın planları yapıyorum. Yarınımın içinde, planlarımın ortasında yazmak. Çocuğumun birgün diğer tüm çocuklar gibi yuvadan uçacağını biliyorum. Benim artık hikayeler kurmaya, dünyalar yaratmaya başladığım zaman. Yarattığım dünyaların kahramanlarına ruh verip, onların ömür haritalarını emek emek işlemeye başladığım zaman. Ben hikayeler kurmaya, dünyalar yaratıp içine küçük insanlar yerleştirmeye başladığımda çocuğum kanatlanıp uçmuş, evinden ayrılmış olacak. O zaman sözüm -çocuğum- insanların elinde olacak. Yergiye ve övgüye hazır olacak. Ama yaşamaktan, beslenmekten ve çoğu zaman kızıp çekip gitmekten hiç vazgeçmeyecek. Ben hikayeler kurarken, sözüm benden gidecek; artık herkese ait olacak. Herkese ait olacak çocuğum birgün. Bu sebeptendir ki her geçen gün biraz daha besliyorum onu. Bundadır yazmanın mecburileşmesi gün içine. Zaman geçerken söz benle birlikte büyümeye devam ediyor. Zaman beni, ben sözü -çocuğumu- besliyorum.
Yazı, çocuğum bellediğimden beri daha kutsal benim için. Daha duyarlı, daha düşünceli. Yazı benim için bir başka anlama geçiş yaptı; günlük mecburiyetlere ordan da evlatlığa terfi edince. Anlamını değiştiren her şey gibi, bu da bendeki- hatta herkesteki- anlayışı değiştirdi. Daha iyi anlıyorum artık bendeki "yazmayı" Seviyorum, besliyorum, büyütmeye çalışıyorum. Sadece kendi çocuğumu değil, tüm çocukları seviyorum. Yeryüzündeki tüm çocuklar eşittir. Bunu biliyorum. Anababaları olarak bizler nasıl büyütürsek çocuklarımızı ömürleri de bu çizgi üzerinden gider; sapmadan, sapıtmadan. Ama ben hikayeler kurmaya başladığım zaman. Kendimi değil de başka insanları yazmaya başladığım zaman çocuğum yuvadan uçup gidecek. İşte o zaman yazmanın bendeki şekli biraz daha değişecek. Yuvadan uçup giden evladın özlemiyle daha çok yazmaya, daha çok ilgilenmeye başlayacağım. Şimdi burası benim çocuğumun okulu. Sosyalleştiği, başka sözlerle, onların sahipleriyle karşılaştığı yer. Daha da büyüdüğünde mezun olacak. O zaman ben hikayeler kuracağım o da bu hikayeleri emek emek örecek.
Sözün bittiği yer, benim de bittiğim yer olacak. En benden, en bana ait.

1 Şubat 2009 Pazar

Şubat Manifestosu

İlkokul çoğrafya bilgisinden hatrımda kalan ama hiç dikkatimi çekip denk gelemediğim yegane bir mevzu vardır; Şubat aynın dört yılda birkez yirmidokuz çekmesi. -şu ayların da çekme olayı oldum olası ifrit eder beni "bu ay da otuzbir çekiyor!" - Coğrafya dersinden aklımda kalsa da şu zamana kadar dört yılda bir yirmidokuz çeken Şubat, dört yılda bir dikkatimi hiç çekemedi. Hiç ilgimi çekmiş bir ay olamadı. -zaman, bilhassa aylar hep ilgimi çeker- Yarı yıl tatilinden midir, İstanbul Kışı'nın kesvetli, ağır çekim curcunasından mıdır bilemem, hiç tadamadım Şubat'ı. Bu sebeptendir ki ne ilkokul coğrafyası kaldı aklımda ne de yirmisekiz -dört yılda bir yirmidokuz- çeken Şubat Ayı. Bu sabah öğrendiğim bu ayın yirmisekiz çekme hadisesinden farkettim bunu. Daha önce Şubat yirmidokuzla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. İlkokul coğrafyasından aldığım bu bilgi bana sadece; Şubat yirmidokuzda doğmadığım için şükrettirmişti. Allah muhaffaza bir çocuk için dört yılda bir doğumgünü kutlamak kadar korkunç bir şey olamazdı.
Hiç yirmidokuza denk gelemediğim ya da yirmidokuz hiç bana denk gelemediği için Şubat ayı; yazılarının çoğu silinmiş, sararmaya yüz tutmuş, hafif grileşmeye başlamış bir kağıt müsvettesi gibi gelir.. Dikkat çekmeyen, nedensiz ve gereksiz. Göz açıp kapayıncaya kadar kendimi Mart'ta bulurum. Sanırım bunun nedeni Yarı yıl Tatili; tatiller hep çabuk geçer. Ama sadece buna bağlayamıyorum Şubat'ı. Başka bir şey var bu yılın ikinci, mevsimin sonuncu ayında; çözemediğim, çözmek için çaba harcamadığım. Belki de sorunu budur Şubat'ın. Yüzyıllar boyu konulmamış teşhisi budur. Kimse Şubat'ı anlamaya çalışmaz, anlaşılmaya çalışacak kadar değer vermez.
Bir şair için romantik bir öge değildir pekala Şubat. Ya da bir değişimin habercisi değildir; epi topu yirmisekiz- dört yılda bir yirmidokuz- gün süren, sürüne sürüne giden Şubat. Kimsenin dikkatini çekmeyen, iki günlük özürü -dört yılda bir bir- burnundan fitil fitil getirilen kısa süreli bir zaman dilimidir. İki günlük eksikliği onu aydan saymamıza bile neden olmaz. Oysa öyle değil. Bu sabah benim kanayan yaram oldu Şubat. Şubat'ta bir aydır, ve diğer tüm aylarla aynı itibarı görmelidir. Hatta diğer otuzbir çeken iki aydan birer gün Şubat'a eklenmelidir. Hem zaten bütün mevsimler birbirine benziyor. Hem de otuzbir çeken diğer iki ay toplumsal seksüel belleğimizin ızdırabından kurtulur.
Şubat manifestomu bir yana bırakacak olursak, bir zaman kavgalısı olarak kendi adıma birer itilaf devleti olarak gördüğüm yılın herbiri birinden düşman aylarını eşit görmek isterim. Adil savaşmak isterim.
Akşam, yemek dökülen mutfak kilimini küvette yıkarken annemi gördüm. Ve ayak bileklerini... Anneanneminkiler gibi olmuşlar.. İncecik. Annemde, sonra sadece anneannemde gördüğü o muhteşem ayak bilekleri. Sanırım Slav kadınlarına Tanrı'nın bahşettiği onlarca güzellikten benim için en şuh olanı; ayak bilekleri.. İncecik, dokunsan kırılacak gibi; kristal kadehler gibi.. Anneminkiler de anneanneminkiler gibi olmuş.. Ama bu inceciklik pek de güzel bir inceciklik değil; yaşlı bir inceciklik. Üzerinde zaman tutan, yorgun bir inceciklik. Tıpkı anneanneminkiler gibi. Zira ben anneannemin ayak bileklerini zamana batmış, dünya yorgunluklarından nasibini almış hallerini bilirim. Anneminkiler de olmuş. Yaşlanmış annem. Son günlerde hızla verdiği kilolara "biraz yemek ye o zaman!" diye çıkışıyordum.- belki de sadece az yemek yediği için zayıfladığına kendimi inandırmak istememdendir- Ama öyle değil galiba. Zaman tüm Bazoviç kadınlarının kaderi olan zayıflığı anneme de getirmiş. Annemin yedi ceddinin kadınları yaşlandıkça tığ gibi olur. Hem genetik, hem şekerden. İlk defa annemin yaşlandığını gördüm Şubat günü. İlk günü.