13 Aralık 2010 Pazartesi

mekanla ilişkim pek karışınca.

Şu noktada kendimle hem fikirim. Bazen seçtiğim bir yolda -ya da seçmediğim önüme gelmiş benim de üzerine binmiş olduğum bir yolda- karşıma çıkan insanlarda ve durumlarda olmadık şeylere sürükleniyorum. Bir şey olmayacaksa ben oradayım. Bir şeyin olacağı yerde ise uzun süre kalamıyorum. Bedenimi buna alıştırdım. Hayatla ortak paydamız bu. Olmayacaklarda ben varım, olacaklarda hep yol dışındayım. Bundandır demir atmak konusunda biraz yeteneksizim. Ya damir atamayacak bir liman buluyorum, ya da o limana asla demir atmıyorum. Böylece yerleşik hayata hiç geçemiyorum. Yarı sürgün yarı gezginim. Yoldayım hep. İnsanlarda da böyle mekanlarda da durumlarda da. O durum-mekan-insan üçgeninden birini henüz seçemedim. Kalamadım. Ya da kalamayacağım durum-mekan-insan oldu hikayede. Ve o hikaye bitmemek üzere kaldı. Kalıyor. Kalacak gibi hep. Benim iyi anlaştığım tek şey zaman. Zamanla gelenler zamanla gidiyor. Beynim hep temize geçiyor. Ama durduğum yerde olmuyor bu. Tam da ben o insan-durum-mekan üzerindeyken. İş üzerindeyken.
Yetmemek duygusu büyük tuzak. İnsanlar-mekanlar-durumlar yetmiyor. Mutluluğu nerede bulabileceğimle ilgili sorularım da yok. Artık sorularım çok az. Çünkü hepsi çok basit aslında; nefes almazsan ölürsün. Nefes alıyorum. Nefes almadığım zamanlarda ölüyorum. Öldüğümde de gidiyorum. Mekanlardan-insanlardan-durumlardan. Bazen de durmak, demir atmak istediğim bir insan-mekan-durum beni kusuyor. Git diyor. Gidiyorum. Böylece ömrüm yolda geçiyor. Gezdikçe kendime geliyorum. Hep bir seyahat hep bir yabancılık. Gitmek beni hayata bağlıyor. Hep gidebileceğini bilmek. Gitmek güzel. Kalmak zor. Şimdi heyecandan ölmek üzere olmam gereken bir zamanda, hep var olmak istediğim bir mekanda, durumda ve insanlarda heyecanlanmak için kendimi zorluyorum. Şimdi nereye gidiyorum bilmiyorum? Ne istediğimi sormuyorum. Ama gitmeme az var biliyorum.

Hiç yorum yok: