28 Mayıs 2009 Perşembe

Atın Beni Kazanlara

Okulumda aylarca çalışmaları süren, süre gelen çalışmalar sırasında bolca tartışma, dedikodu ve sinir harbine neden olan, benimse uzaktan ufak sırıtmalarla karşıladığım Festival (!) oyunumuz sahnelendi. Cadı Kazanı. Amerikalı yazar Artur Miller'in edebiyat tarihine damgasını vurmuş, daha önce defalarca sahnelenmiş ve hatta sinemaya da uyarlanmış başyapıtı Önder Paker rejisi ve Beykent Üniversitesi Oyunculuk Bölümü öğrencileriyle 18 Mayıs Pazartesi gecesi karışımızdaydı. Provalarına birkaç kez tanık olmuştum fakat tam olarak oyuna vakıf değildim. Neredeyse ilk defa izleyecektim. Heyecanlı mıydım? Evet. Beklentim büyük müydü? Hayır.
Ve perde açıldı... Cadıları oynayan kızlar seyircilerin arasından verilen müzik ve ışıkla birlikte kalmaya başladılar. Hoş bir koreografiyle Şeytan çağırma dansı gayet etkileyiciydi.. Çok beğendim. Fakat okulumun henüz bir tiyatro sahnesi olmadığından ve oyun bir konferans salonunda oynandığından arkada kalan izleyiciler bu hoş gösteriye ne yazık ki tanık olamadı. Güzel dekoru, özenli kostümüyle bir hayli para harcandığı belliydi. Özen gösterilmiş, emek verilmiş..
Neden dedim. Evet neden? Bize bunu yapmak zorunda mıydılar? Bu kadar kötü bir oyunu neden benim okulum festival oyunu diye sahneliyor. Hem de aylarca yapılan çalışmalarla. Yönetmenin en beğendiğim, gözbebeğim, milli takımım dediği oyuncularla? Neden? Hayatımda gördüğüm en komik şeydi. Ama gülmedim. Tuttum kendimi. Fakat bir grup seyirci anıra anıra inletti arka kısımları. Bilerek yapıldı dedi tabii oyun ekibi. Neden gülündü diye soruldu. Kimse diyemedi tabii bir şey. Çünkü kahkahaları atanlar okuldan insanlar değildi. Ama ben eleştirimde söylemek isterim neden gülündüğünü. Neden gülündü? Çünkü komikti. Gerçekten. Belki biraz abartıydı kahkahalar ama yapacak bir şey yok. Oyuncu, rejisör kendine sormalı bize neden güldüler diye. Suçu başkasına atmak, yaptığın işin farkında olamamak kolay tabii ki. Oyuncu sahnede "içime rüzgar girdi" derse. "Sarı guuşş" diye bağırırsa gülünür. Gülünmelidir. Bir oyuncu rol arkadaşının adını söyleyemiyorsa gülünür. Bir oyuncu praktır, diğeri proktır, ve bir diğeri prokır derse gülünür. Yirmi oyuncunun da yirmisi ayrı haç çıkarırsa gülünür.
Oyundan bir replikle gülünç durumları bitiriyorum.
Yargıç bilmem ne Rahip Paris'e ; "Rahip Paris uzun zamandır uğramıyor, aman pardon Rahip Hale".
Gülerim kardeşim.
Ve şimdi ağlamamız gereken kısımda.
Yönetmenin binbir triple oyununda bahsettiği aylar boyunca ne yaptıklarını çok merak ediyorum. O çıktı oyundan bu girdi, bu çıktı o girdi. Artık kim oynuyor bilemedim. Bu kadar ay en azından roller birbirinin adını ezberleyebilirdi değil mi? Çok mu şey istiyorum acaba. O kadar dekor kostüm peşinde koşulacağına -sanırsın Moskova Devlet Tiyatrosu- adamakıllı, en azından izlenmeye değer bir oyun çıkarılabilirdi.
Ve Önder Paker.. Bu sene aldığı onlarca öğrenciden bir tane oyuncu bulamamış mıydı da kendisi oynadı rolü. Ona harcadığı eforu rejisine harcasaydı da kahkahalara sapotaj demeseydi keşke. Ve oyunun sonunda yaptığı uzuuuuun teşekkür konuşmasında "biz işte böyle klasik oyunlar yapıyoruz" demeseydi de "oyun" yapsaydı.
Sinirlenmiş miyim? Evet. Çok hem de. Aptal bir tebessümle tırnaklarımı yedim oyun boyunca. Tanımadığım biri yanıma gelip oturdu oyunun bir yerinde. Cadılardan biri benim yanımdan çıktı oyuna ve yanım boştu. Çocuk geldi. "Pardon bir şey sorabilir miyim?" dedi kısık bir sesle. "Bu oyun komedi mi yoksa dram mı?" "Trajedi" dedim. "O zaman neden herkes gülüyor" dedi. "Çünkü trajedi" dedim.